26 Kasım 2016 Cumartesi

Ömer bin AbdulAziz (rahimehUllah)'tan Mektub!

Ömer bin AbdulAziz (rahimehUllah) bir mektubunda şöyle der:

"Şimdi, ben Sana Allah'a karşı takvalı olmayı, O'nun emrinde orta yolu tutmayı, Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve se llem)'in sünnetine uymayı ve sünnetinin yürürlüğe girdikten sonra
bidatçıların  uydurdukları şeyleri  terketmeni tavsiye ediyorum.
Sana gereken sünnete sımsıkı sarılmaktır. Zira sünnet, Allah'ın
izniyle senin için bir güvencedir. Hem şunu  bil ki,  insanların  ortaya  attığı  ne kadar bid'at varsa mutlaka ondan önce onun aleyhine delil olacak bir şey geçmiştir. 

Sahabenin seçtikleri yolu sen de kendin(e) seç. Zira onlar bir bilgiye sahiplerdi. Onlar, bilerek (Kur'an ve Sünne tin durduğu yerde) durmuşlardır. İşin özüne nüfuz eden bir basiretle de bu gibi işlere (bid'atlara) dalmaktan kurtulmuşlardır ve muhakkak ki onlar, işleri kavramakta (başkalarından) daha kuvvetlidirler. Sahip oldukları lütuf ve fazilet sebebiyle dini meseleler de (örnek alınmaya) daha layıktırlar."
      
Şeyh el-Elbani, Sahihu Suneni Ebi Davud, No: 4612. 'Sahih   Maktu'


25 Kasım 2016 Cuma

Diğer Yollardan Kastedilen, Bid'at Ehlinin Yollarıdır!


AbdUllah ibn Mes'ud (radıyAllahu anh)'tan, dedi ki:

"Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) eliyle yere bir çizgi çizerek şöyle buyurdu:

'İşte Allah'ın dosdoğru yolu bu dur.' Bu çizginin sağına ve soluna çizgi çizip: 'İşte bu yollardan üzerinde bir şeytan bulunup ta ona çağırmayan hiç birisi yoktur.' buyurdular: 'Şübhesiz bu benim dosdoğru yolumdur, ona tabi
olun; (diğer degişik) yollara tabi olmayın (ki) sizi O'nun
yolundan ayırmasın.' ayetini okudular." {*En'am 153}

{Hadisi Hakim rivayet etmiş ve sahih olduğunu, Buhari ve Müslim'in tahric etmediklerini söylemiştir.}

İmam Şatibi El-İ'tisam isimli eserinde der ki:

"Ayette geçen Sıratı Müstakim (dosdoğru yol) Allah'ın çağırdığı yoldur ve sünnettir. Diğer yollar ise Sıratı Müstakim'den sapan ihtilaf ehlinin yoludur ki bunlar bid'atçılardır. Diğer yollardan kastedilen, günahkarların yolları değildir. Zira masiyetler birer masiyet oluşları yönüyle şeriate benzemek üzere sürekli gidilen bir yol ortaya koymazlar. Bu nitelik, sadece sonradan uydurulan bid'atlara hastır."

{Şatibi El-İ'tisam}

24 Kasım 2016 Perşembe

Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- Yiyeceğini (rızkını) Nasıl Kazanıyordu?


                                         Hamd, yalnızca Allah'adır.

Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- eliyle kazandığından yerdi. Hayatının ilk yıllarında koyun gütmek sûretiyle çobanlık yapmıştı.

Nitekim Ebu Hureyre'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

(( مَا بَعَثَ اللَّهُ نَبِيًّا إِلاَّ رَعَى الْغَنَمَ، فَقَالَ أَصْحَابُهُ: وَأَنْتَ؟ فَقَالَ: نَعَمْ، كُنْتُ أَرْعَاهَا عَلَى قَرَارِيطَ لأَهْلِ مَكَّةَ.)) [ رواه البخاري ]

“Hiçbir nebi yoktur ki koyun gütmemiş olsun! Evet, ben de bir miktar kırat[1]karşılığında Mekke halkının koyunlarını güderdim."[2]

Nebimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ayrıca amcası Ebu Tâlib ile ticâret yapmıştı.

Yine, siyer kitaplarında bilindiği üzere (evlenmeden önce) Hatice -Allah ondan râzı olsun- ile de ticâret yapmıştı.

Daha sonra Allah Teâlâ, savaşmadan veya savaşarak kâfirlerden elde edilen ganimet mallarıyla onun ihtiyacını gidermiştir ki, ganimet, kazançların en şereflisi ve en kıymetlisidir.

Nitekim Abdullah b. Ömer'den -Allah ondan ve babasından râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( بُعِثْتُ بَيْنَ يَدَيْ السَّاعَةِ بِالسَّيْفِ حَتَّى يُعْبَدَ اللَّهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ وَجُعِلَ رِزْقِي تَحْتَ ظِلِّ رُمْحِي.)) [ رواه أحمد وصححه العراقي في تخريج إحياء علوم الدين، وصححه الألباني في صحيح الجامع ]

"Ben, şirk koşulmadan yalnızca Allah’a ibâdet edilsin diye kıyâmetin eşiğinde kılıçla gönderildim. Benim rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı."[3]

Hâfız İbn-i Hacer -Allah ona rahmet etsin- bu konuda şöyle demiştir:

"Bu hadis, mızrağın fazîletine, ganimetin bu ümmet için helal kılındığına ve Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-'in rızkının ganimette kılındığına, başka bir kazançta kılınmadığına işâret etmektedir.

Bunun içindir ki bazı âlimler bu konuda şöyle demişlerdir:

-Ganimet, kazançların en fazîletlisidir."[4]

Allah Teâlâ en iyi bilendir.

Şeyh Muhammed Salih el-Muneccid

[1] Kırat: Dinar veya dirhemden bir parçadır.

[2] Buhârî, hadis no: 2143

[3] Ahmed, 9/126. Hâfız el-Irâkî, "İhyâu Ulûmi'd-Dîn"in tahricinde, c: 2, s: 352'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. Elbânî de "Sahîhu'L-Câmi'", hadis no: 5142'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

[4] "Fethu'l-Bârî", c: 6, s: 98.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Çorablara Mesh Etmenin Caiz Olması!

Şeyh İbn Useymin rahimehullah, Fetavasında (4/167) şöyle demiştir:

ﺍﻟﻘﻮﻝ ﺍﻟﺮﺍﺟﺢ ﺃﻧﻪ ﻳﺠﻮﺯ ﺍﻟﻤﺴﺢ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺠﻮﺭﺏ ﺍﻟﻤﺨﺮﻕ ﻭﺍﻟﺨﻔﻴﻒ ﺍﻟﺬﻱ ﺗﺮﻯ ﻣﻦ ﻭﺭﺍﺋﻪ ﺍﻟﺒﺸﺮﺓ ﻷﻧﻪ ﻟﻴﺲ ﺍﻟﻤﻘﺼﻮﺩ ﻣﻦ ﺟﻮﺍﺯ ﺍﻟﻤﺴﺢ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺠﻮﺭﺏ ﻭﻧﺤﻮﻩ ﺃﻧﻪ ﻳﻜﻮﻥ ﺳﺎﺗﺮﺍً ﻓﺈﻥ ﺍﻟﺮﺟﻞ ﻟﻴﺴﺖ ﻋﻮﺭﺓ ﻳﺠﺐ ﺳﺘﺮﻫﺎ، ﻭﺇﻧﻤﺎ ﺍﻟﻤﻘﺼﻮﺩ ﺍﻟﺮﺧﺼﺔ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻤﻜﻠﻒ ﻭﺍﻟﺘﺴﻬﻴﻞ ﻋﻠﻴﻪ ﺑﺤﻴﺚ ﻻ ﻧﻠﺰﻣﻪ ﺑﺨﻠﻊ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺠﻮﺭﺏ ﺃﻭ ﺍﻟﺨﻒ ﻋﻨﺪ ﺍﻟﻮﺿﻮﺀ ﺑﻞ ﻧﻘﻮﻝ : ﻳﻜﻔﻴﻚ ﺃﻥ ﺗﻤﺴﺢ ﻋﻠﻴﻪ . ﻫﺬﻩ ﻫﺐ ﺍﻟﻌﻠﺔ ﺍﻟﺘﻲ ﻣﻦ ﺃﺟﻠﻬﺎ ﺷﺮﻉ ﺍﻟﻤﺴﺢ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺨﻔﻴﻦ ﻭﻫﺬﻩ ﺍﻟﻌﻠﺔ ﻳﺴﺘﻮﻱ ﻓﻴﻬﺎ ﺍﻟﺨﻒ ﻭﺍﻟﺠﻮﺭﺏ ﺍﻟﻤﺨﺮﻕ ﻭﺍﻟﺴﻠﻴﻢ ﻭﺍﻟﺨﻔﻴﻒ ﻭﺍﻟﺜﻘﻴﻞ
"Tercih edilen görüş delik ve altından cildi gösteren ince çoraba meshin caiz olmasıdır. Zira çorap ve benzerlerine meshin caiz olmasından maksat, ayağın örtülmesi değildir. Zira ayak, örtülmesi gereken bir avret değildir. Ruhsatın maksadı ancak mükellefe bu çorabı veya mesti abdest alırken çıkarmaması hakkındaki kolaylaştırmadır. Bilakis bunların üzerine mesh etmen yeterlidir deriz. Bu, dinde mestlere meshin kendisi sebebiyle meşru kılındığı illettir. Bu konuda mest, delikli veya sağlam çorap, ince veya kalın çorap hepsi birdir."

17 Kasım 2016 Perşembe

Gıybet Ve Gıybetin Kardeşleri!



Ebu Nuaym el-İsbehani, Hilyetu’l-Evliya’da  (9/291-293) Ahmed b. Asım’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:

 “Kişi gıybet yapmakla ne bir övgüye mazhar olur, ne liderliğe yükselebilir, ne de yiyecek, giyecek ve mal gibi dünyalık şeylere ulaşabilir. Akıl sahibi kişilerin yanında zararda, genelin gözünde düşük, emanet sahibi kişilerin yanında hain, cahillerin gözünde ise rezil biridir. Böylesi bir kişiye de ancak onun gibi olan birisi tahammül edebilir. Hem dünya, hem de ahirette onun kadar zararda olanını, onun kadar az faydalanını, onun kadar cahilliğini ortaya serenini, onun kadar çok vebal altında olanını görmüş değilim. Takva sahibi kişiler ondan nefret eder, fasıklar kendisinden sakındırır, akıl sahipleri de ondan uzak durur.

Gıybet, üç boyutu içinde barındıran bir isimdir ki, dördüncü boyutu en tehlikeli boyutudur.

Birincisi, kalbinde başkasının kusurlarını görmen, ama bayağı korkulardan dolayı bunu dile getirmemendir.

İkincisi, bu kusurları dile getirmen, ancak hakkında konuştuğun kişinin adını zikretmemendir.

Üçüncüsü, kalbinde bu kusurları görüp affetmen, ama yine de dile getirmemendir.

Kişinin kusurlarını söylerken onun adını da zikretmen açıkça gıybete girmektir ki böylesi bir şeyi kişi ne kendi kendine, ne de meclis arkadaşları arasında asla dile getirmemelidir. Kişi bunları adet haline getirdiği zaman bunun bir üstü olan iftira seviyesine çıkar ve artık olmamış şeyleri de olmuş gibi anlatmaya başlar. Bu şekilde de hem iftiracı, hem gıybetçi, hem dedikoducu, hem yalancı, hem de isyancı birisi olur çıkar ve bu zikredilen şeylerden birini yapmaktan artık çekinmez hale gelir. Bütün bunlar da kesin bilgiyi (yakini) yok edip şüpheyi getirecek şeylerdir.

Bilmelisin ki gıybetin çıkış noktası kişinin kendini kusursuz görmesi ve kendi kendine çok güvenmesidir. Zira kişide sende olmayan bir şeyi gördüğün veya sende olan bir şeyin benzerini onda görmediğin içindir ki gıybetini yaparsın. Birinin gıybetini yapıyorsan bu, gıybetini yaptığın kişinin kusurlarından daha fazla kusurları kendinde taşıdığın içindir. Kendi kusurlarının çokluğunu belki bilmiyorsundur veya belki de biliyorsundur. Bu kusurlarına rağmen yapacağın gıybeti ancak senin gibi olan birisi hoş görüp onaylar. Gıybetini yapıp değerini düşürmek isteğin kişinin kusurlarında daha fazla kusurlara sahip olduğunu bilseydin, başkasının gıybeti yapmaktan uzak durur, sendeki kusurlar dururken başkasını kusurlarından dolayı ayıplamaktan utanırdın. Ancak sendeki kusurları biliyorsan ve bu kusurlarda ısrar ediyorsan o zaman suçun başkaların suçundan daha büyük demektir. Yapacağın gıybeti onaylayıp bu konuda sana yardımda bulunan kişi de, kendi kusurlarını görmede kalp gözü, senin kalp gözünden daha kör olan birisidir. Öyle olmasa idi bu şeylerin onun önünde zikretme cüretini göstermezdin.

Büyük belalardan nasıl sakınıyorsan, gıybetten de aynı şekilde sakın! Zira gıybet kişinin kalbine yerleştiğinde ve kişi böylesi bir şeyin kalbine yerleşmesine rıza gösterdiğinde gıybet kalpte diğer kardeşleri için de yer açacaktır. Gıybetin kardeşleri de dedikodu, zulüm, kötü zan, iftira ve yalandır.

Gıybetten sakın! Zira gıybet, kendisini yapan kişiyi dünyada mahcup, ahirette rezil duruma düşürür. Yüce Allah’ın Kitab’ında da gıybet haramdır.

Gıybet yapan kişi yalan da söyler, iftirada atar. Çünkü bu ikisi, imandan uzak şeylerdir. Yüce Allah da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin diliyle müminin malını, canını ve hakkında kötü bir zannı başka bir mümine haram kılmıştır.

Haram kılınan kötü zan da dile getirilmeyen ve kalpte olan kötü zandır. Artık kişi kendi kusurlarını bırakıp başkasının kusurlarına yönelik kalbinde kötü bir zan taşıması ve bunu dile getirmesi durumunda vebal ne kadar olur? Böylesi bir durumda kişi kendi kusurlarına razı olmuş demektir. Nefsin, başkasının kusurlarına yönelik bir harekette bulunacaksa bu hareketi önce kendi kusurlarına yönelt. Zira ihlaslı olan hangi âlime gidip nereye yerleşmen, nerede oturman gerektiğini sorsan, sana: “Her nerede olursan ol Allah’a karşı takva içinde ol ve başkalarıyla uğraşma, kendine bak!” diyecektir.


Ravi der ki: “Ebu Abdillah’a bu konuda bana daha fazla şeyler söylemesini istedim; ama başka bir şey anlatmadı.”

Ebu Muaz Seyfullah Erdoğmuş

Kunut Duâsı Sırasında Elleri Kaldırmanın Hükmü

Soru:

Kunut  duâsı  sırasında  ellerin  kaldırılması  sünnet midir? Deliliyle birlikte zikreder misiniz?


Cevap:

Evet,  kunut  duâsı  sırasında  insanın  ellerini kaldırması sünnettir. Çünkü Rasûlullah -sallallahu  aleyhi ve   sellem-'in,  felaket  zamanlarında  farz  namazlarda kunut yaptığında ellerini kaldırdığı rivâyet edilmiştir.Yine sahih olarak rivâyet olunduğuna göre mü’minlerin emiri Ömer   b.   Hattab -Allah  ondan  râzı  olsun-da   vitir namazının kunutunda ellerini kaldırmıştır. Ömer -Allah ondan  râzı  olsun-,  kendisine  uymamızın  emredildiği Raşit halifelerden birisidir. Buna  göre  ister  imam  olsun,  ister  imama  uyan olsun, isterse tek başına namaz kılsın, vitir kunutunda ellerin kaldırılması  sünnettir. Sen de ne zaman kunut yaparsan, ellerini kaldır.

Muhammed b. Salih el-Useymîn



14 Kasım 2016 Pazartesi

NAMAZ KILAN, ORUÇ TUTAN VE GECE NAMAZINA KALKAN, FAKAT EŞİNE VE KOMŞULARINA KÖTÜLÜK EDEN KİMSE!


Soru:

Namazlarını mescitte kılan, gece namazına kalkan, Pazartesi ve Perşembe günleri orucu ile her ayın 13., 14. ve 15. günlerinde oruç tutan, fakat bununla birlikte hergün eşi, komşusu, eşinin tanıdıkları ve başka kimselerle sürekli tartışan ahlaksız kimse hakkında ne dersiniz?


Cevap:

Hamd, yalnızca Allah'adır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in insanlar arasında gerçekleşmesi için gönderildiği en büyük gâyelerden birisi de, güzel ahlaktır.
Nitekim Allah Teâlâ, ehl-i kitaptan birtakım kimselerin dışında, yeryüzünde yaşanlara bakarak onlara ve onların içerisinde bulundukları şirk, cehâlet ve kötü ahlaka gazap ettikten sonra, insanlar arasında hak dîni ve adâletli hayatı ayakta tutması için, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'i göndermiştir.

Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-, peygamber olarak gönderilişindeki gâyelerden birisi olan bu büyük gâyeyi, İslâm şeriatının getirdiği bütün inanç ve hükümleri, güzel ahlakı, adâleti ve ihsanı ayakta tutmaktır. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-, peygamber olarak gönderilişindeki gâyelerden birisinin ancak bu hedef için olduğunu belirtmiştir. Bunun için de, işiten herkesin kalbine yerleştirmek için bunu hasr/sınırlandırma edâtı "İnnemâ" ile ifâde etmiştir.

Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
(( ﺇِﻧَّﻤَـﺎ ﺑُﻌِﺜْﺖُ ﻷُﺗَﻤِّﻢَ ﻣَﻜَﺎﺭِﻡَ ﺍﻷَﺧْﻼﻕِ ‏) ‏) ‏[ ﺭﻭﺍﻩ ﺃﺣﻤﺪ ﻓﻲ ﺍﻟﻤﺴﻨﺪ ﻭﺣﺴﻨﻪ ﺍﻷﻟﺒﺎﻧﻲ ﻓﻲ ﺍﻟﺴﻠﺴﻠﺔ ﺍﻟﺼﺤﻴﺤﺔ ]
"Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim."
(İmam Ahmed Müsnedi; c: 2, hadis no: 318. Elbânî de, 'Silsiletu'l-Ehâdîsi's-Sahîha'; hadis no: 45'te hadisin hasen olduğunu belirtmiştir.)

Hiç şüphe yok günümüzde bazı müslümanların karşı karşıya kaldıkları ve sıkıntı çektikleri en büyük problemlerden birisi de, ibâdetlerle ahlak yönlerinin birbirlerinden ayrılmasıdır. Öyle ki bazı insanların yaptıkları ibâdetler, geleneklere veya bazı şekillerden ibâret olup nefis ve kalplerdeki tesirine önem vermeksizin yapılan âyinlere benzer hâle gelmiştir. Oysa ki -en önemli ibâdetler olan- İslâm'ın dört rüknünün gâyelerinden birisi de nefisleri terbiye etmek ve ahlakı güzelleştirmektir.
Örneğin namaz hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
ﺍﺗْﻞُ ﻣَﺎ ﺃُﻭﺣِﻲَ ﺇِﻟَﻴْﻚَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏِ ﻭَﺃَﻗِﻢِ ﺍﻟﺼَّﻼﺓَ ﺇِﻥَّ ﺍﻟﺼَّﻼﺓَ ﺗَﻨْﻬَﻰ ﻋَﻦِ ﺍﻟْﻔَﺤْﺸَﺎﺀِ ﻭَﺍﻟْﻤُﻨْﻜَﺮِ ﻭَﻟَﺬِﻛْﺮُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺃَﻛْﺒَﺮُ ﻭَﺍﻟﻠَّﻪُ ﻳَﻌْﻠَﻢُ ﻣَﺎ ﺗَﺼْﻨَﻌُﻮﻥَ ‏[ ﺳﻮﺭﺓ ﺍﻟﻌﻨﻜﺒﻮﺕ ﺍﻵﻳﺔ : ٤٥ ]

"(Ey Peygamber!) Kitab'tan (Kur'an'dan) sana vahyedilenleri oku (ve ona göre hareket et) ve namazı da dosdoğru kıl. Zira namaz, (sahibini) her türlü hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. (Çünkü namazı, rükünlerine ve şartlarına riâyet ederek noksansız kılan kimsenin kalbi nurlanır, îmânı artar, iyilik yapma gayreti güçlenir ve kötülük yapma isteği azalır veyahut hiç kalmaz). Şüphesiz ki Allah'ı anmak, (her şeyden) daha büyüktür. Allah, (iyilik veya kötülük olarak) yapmakta olduğunuz (her şeyi) bilir." (Ankebût Sûresi: 45).

Ebu Hureyre'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:
(( ﻗَﺎﻝَ ﺭَﺟُﻞٌ : ﻳَﺎ ﺭَﺳُﻮﻝَ ﺍﻟﻠﻪِ ! ﺇِﻥَّ ﻓُﻠَﺎﻧَﺔَ ﻳُﺬْﻛَﺮُ ﻣِﻦْ ﻛَﺜْﺮَﺓِ ﺻَﻠَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَﺻِﻴَﺎﻣِﻬَﺎ ﻭَﺻَﺪَﻗَﺘِﻬَﺎ ﻏَﻴْﺮَ ﺃَﻧَّﻬَﺎ ﺗُﺆْﺫِﻱ ﺟِﻴﺮَﺍﻧَﻬَﺎ ﺑِﻠِﺴَﺎﻧِﻬَﺎ . ﻗَﺎﻝَ : ﻫِﻲَ ﻓِﻲ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ .
ﻗَﺎﻝَ ﻳَﺎ ﺭَﺳُﻮﻝَ ﺍﻟﻠﻪِ ! ﻓَﺈِﻥَّ ﻓُﻠَﺎﻧَﺔَ ﻳُﺬْﻛَﺮُ ﻣِﻦْ ﻗِﻠَّﺔِ ﺻِﻴَﺎﻣِﻬَﺎ ﻭَﺻَﺪَﻗَﺘِﻬَﺎ ﻭَﺻَﻠَﺎﺗِﻬَﺎ، ﻭَﺇِﻧَّﻬَﺎ ﺗَﺼَﺪَّﻕُ ﺑِﺎﻟْﺄَﺛْﻮَﺍﺭِ ﻣِﻦْ ﺍﻷَﻗِﻂِ، ﻭَﻻ ﺗُﺆْﺫِﻱ ﺟِﻴﺮَﺍﻧَﻬَﺎ ﺑِﻠِﺴَﺎﻧِﻬَﺎ، ﻗَﺎﻝَ : ﻫِﻲَ ﻓِﻲ ﺍﻟْـﺠَﻨَّﺔِ . ‏) ‏) ‏[ ﺭﻭﺍﻩ ﺃﺣﻤﺪ ﻓﻲ ﺍﻟﻤﺴﻨﺪ ﻭﺻﺤﺤﻪ ﺍﻟﻤﻨﺬﺭﻱ ﻓﻲ ﺍﻟﺘﺮﻏﻴﺐ ﻭﺍﻟﺘﺮﻫﻴﺐ ﻭﺍﻷﻟﺒﺎﻧﻲ ﻓﻲ ﺍﻟﺴﻠﺴﻠﺔ ﺍﻟﺼﺤﻴﺤﺔ ]
"Bir adam:
- Ey Allah'ın elçisi! Falanca kadın, çokça nâfile namaz kılması, nâfile oruç tutması ve sadaka vermesiyle anılır. Fakat o, diliyle komşularına eziyet eder. (Bu kadın hakkında ne dersiniz?) diye sordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
- O (kadın), cehennemdedir, buyurdu.
Adam devamla:
- Ey Allah'ın elçisi! Filanca kadın da az nâfile oruç tutması, az sadaka vermesi, az nâfile namaz kılması ve kurutulmuş yoğurttan bir parça sadaka vermesiyle anılır. Fakat diliyle komşularına eziyet etmez.(Bu kadın hakkında ne dersiniz?) diye sordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
- O (kadın), cennettedir, buyurdu."
(İmam Ahmed Müsnedi; c: 2, hadis no: 440. Münzirî de 'et-Terğîb ve't-Terhîb' s:3/321'de, Elbânî ise, 'Silsiletu'l-Ehâdîsi's-Sahîha'; hadis no: 190'da hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.)

Örneğin farz oruç da böyledir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- güzel ahlakın,kabul olunan orucun semeresi olduğunu, bu semereyi bulamayanın, tuttuğu orucunun Allah Teâlâ katında kendisine hiçbir fayda vermeyeceğini açıklamıştır.

Nitekim Ebu Hureyre'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
(( ﻣَﻦْ ﻟَﻢْ ﻳَﺪَﻉْ ﻗَﻮْﻝَ ﺍﻟﺰُّﻭﺭِ ﻭَﺍﻟْﻌَﻤَﻞَ ﺑِﻪِ، ﻓَﻠَﻴْﺲَ ﻟِﻠﻪِ ﺣَﺎﺟَﺔٌ ﻓِﻲ ﺃَﻥْ ﻳَﺪَﻉَ ﻃَﻌَﺎﻣَﻪُ ﻭَﺷَﺮَﺍﺑَﻪُ . ‏) ‏) ‏[ ﺭﻭﺍﻩ ﺍﻟﺒﺨﺎﺭﻱ ]
"Kim yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi terketmezse, Allah'ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur."
(Buhârî, hadis no: 1903).

Örneğin zekât da böyledir. Zirâ zekât, nefsi tezkiye etmek ve onu, günahların kirlerinden ve kalbin âfetlerinden temizlemektir.

Nitekim Allah -azze ve celle- bu konuda şöyle buyurmaktadır:
ﺧُﺬْ ﻣِﻦْ ﺃَﻣْﻮَﺍﻟِﻬِﻢْ ﺻَﺪَﻗَﺔً ﺗُﻄَﻬِّﺮُﻫُﻢْ ﻭَﺗُﺰَﻛِّﻴﻬِﻢْ ﺑِﻬَﺎ ‏[ ﺳﻮﺭﺓ ﺍﻟﺘﻮﺑﺔ : ١٠٣ ]
"(Ey Peygamber!) Onların mallarından belirli bir miktar sadaka (zekât) al ki bununla (günahlarının pisliğinden) onları temizleyesin ve onları (münafıkların konumundan ihlaslı kimselerin konumuna) yüceltesin. (Günahlarının bağışlanması için) onlara duâ et. Çünkü senin duâ (ve istiğfarı)n, onlar için bir rahatlık (ve rahmettir). Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve (kullarının hallerini) hakkıyla bilendir." (Tevbe Sûresi: 103).

Aynı şekilde İslâm'ın beşinci rüknü olan hac da böyledir.

Nitekim Allah -azze ve celle- bu konuda şöyle buyurmaktadır:
ﺍﻟْﺤَﺞُّ ﺃَﺷْﻬُﺮٌ ﻣَﻌْﻠُﻮﻣَﺎﺕٌ ﻓَﻤَﻦْ ﻓَﺮَﺽَ ﻓِﻴﻬِﻦَّ ﺍﻟْﺤَﺞَّ ﻓَﻼ ﺭَﻓَﺚَ ﻭَﻻ ﻓُﺴُﻮﻕَ ﻭَﻻ ﺟِﺪَﺍﻝَ ﻓِﻲ ﺍﻟْﺤَﺞِّ ‏[ ﺳﻮﺭﺓ ﺍﻟﺒﻘﺮﺓ ﺍﻵﻳﺔ : ١٩٧ ]
"Hac, bilinen aylardadır (bu aylar, Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce ayının ilk on günüdür). Kim o aylarda kendine haccı gerekli kılarsa (ihrama niyet ederse), hac sırasında eşiyle cinsel ilişkiye girmek, (günah işlemek sûretiyle) Allah'a itaattten çıkmak ve (öfke ve nefrete götüren) tartışmak yoktur (haramdır). Ne iyilik işlerseniz, Allah onu bilir. (Kendinize, hac yolculuğu için yemek ve içecek, âhiret yurdu için de sâlih amellerden) azık edinin. Biliniz ki azığın en hayırlısı, takvâdır. Ey akıl sahipleri! Yalnızca benden korkun." (Bakara Sûresi: 197).

Eğer bizler, İslâm şeriatında güzel ahlakın önemini belirten Kur'an ve sünnetten delilleri getirmeye çalışırsak, burada yazmaya sayfalar yetmez.

Nitekim değerli âlim İbn-i Kayyim -Allah ona rahmet etsin- "Medâricu's-Sâlikîn" adlı eserinde bir bölüm açmış ve o bölümü şöyle adlandırmıştır:
"Dînin hepsi güzel ahlaktır.Sende güzel ahlakı ziyâdeleştiren, dînde seni daha çok ziyâdeleştirmiş olur."
Bununla birlikte İslâm'ın rükünlerinin temel gâyelerinden birisinin nasıl güzel ahlak olduğunu düşünmemiz yeterlidir. Bu sebeple güzel ahlakta bu gâyenin ne kadar büyük öneme sahip olduğuna dâir bir delil ve bunu korumanın zorunluluğu vardır. Allah -azze ve celle-'nin birliğine inanan her müslümanın bunu gözönünde bulundurması gerekir.

(Soruyu soran kardeşim!) Size düşen görev; eşine ve komşularına eziyet veren kimseye Allah Teâlâ'dan korkmasını ve Allah -azze ve celle-'nin onun yaptıklarından râzı olmadığını kendisine hatırlatmanızdır. Hatta Allah -azze ve celle-'nin komşusuna, eşine ve akrabalarına eziyet eden kimseye gazap ettiğini ve kılmış olduğu gece namazı ile nâfile orucun, kalbine, ahlakına ve duyu organlarına etkisinin nerede olduğunu kendisine hatırlatmanız gerekir.
Kendisine nasihat ederken yumuşak bir üslup kullanın.Onun ibâdete gayretli olması, inşaallah ondaki hayra delâlet eder.

Ebu Hureyre'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:
(( ﺟَﺎﺀَ ﺭَﺟُﻞٌ ﺇِﻟَﻰ ﺍﻟﻨَّﺒِﻲِّ ﺻَﻠَّﻰ ﺍﻟﻠﻪُ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻭَﺳَﻠَّﻢَ ﻓَﻘَﺎﻝَ : ﺇِﻥَّ ﻓُﻠَﺎﻧًﺎ ﻳُﺼَﻠِّﻲ ﺑِﺎﻟﻠَّﻴْﻞِ، ﻓَﺈِﺫَﺍ ﺃَﺻْﺒَﺢَ ﺳَﺮَﻕَ . ﻗَﺎﻝَ : ﺇِﻧَّﻪُ ﺳَﻴَﻨْﻬَﺎﻩُ ﻣَﺎ ﻳَﻘُﻮﻝُ . ‏) ‏) ‏[ ﺭﻭﺍﻩ ﺃﺣﻤﺪ ﻓﻲ ﺍﻟﻤﺴﻨﺪ ]
"Bir adam, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'e gelerek:
- Falanca kimse gece (nâfile) namaz kılıyor, fakat sabah olunca hırsızlık yapıyor, dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
- Şüphesiz onun söylediği şey (gece kıldığı namazı), onu hırsızlıktan alıkoyacaktır."
(İmam Ahmed Müsnedi; c: 2, hadis no: 447).
el-Heysemî, 'Mecmeu'z-Zevâid'; c: 2, s: 261'de hadis hakkında şöyle demiştir:
"Hadisin râvileri sikattır."
Şuayb el-Arnaût ve Âdil Merşed, 'İmam Ahmed'in Müsned'inin tahkiki c: 15, s: 483'de şöyle demişlerdir:
"Hadisin isnadı sahih, râvileri ise sahihayn râvileri gibi sikattır."

Yine de en iyisini Allah Teâlâ bilir.

Şeyh Muhammed Salih el-Muneccid

10 Kasım 2016 Perşembe

Takva Üç Mertebedir!


1. Kalbin ve azaların haram ve günahlardan korunması,
2. Bunların kerih görülen şeylerden (mekruhlardan) korunması,
3. Malayani işlerden ve gereksiz konulardan korunması.

- İlk maddeye gelirsek, bu, kula hayatını vermektedir.
- İkincisine gelirsek; bu da kulun sağlığını ve kuvvetini sağlamaktadır,
- Üçüncüsü ise; kula sevinç, neşe ve ferahlık kazandırmaktadır.

Hakkın susturulması her müdafaa edildikçe Haklı tartışmacıya destek çıkan az olur.

İbn Kayyım. [El-Fevaid]

Kim Fetva Verebilir.

İmam Şafii'ye istinaden şöyle nakledilir:

''Allah'ın dininde şu şartlara haiz olmayan bir kişinin fetva vermesi helal değildir:

Allah'ın kitabını nasihi, mensuhu, muhkemi, müteşabihiyle bilecek, yine bunların Mekki'sini Medeni'sini, te'vilini, tenzilini ve kendilerinden ne murad edildiğini bilecektir.

Bundan sonra ise Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hadislerini nasihi, mensuhuyla bildiği gibi, Kur'an hakkında bilmesi gerekenlerin aynısını hadis hakkında da bilecektir.

Ayrıca lûğatı iyi bilmesi gerektiği gibi, şiiri de Kur'an ve Sünnet'in anlaşılmasında kendisine ihtiyaç duyulacak kadar bilmelidir ve bildiklerinide insaflı bir şekilde kullanmalıdır.

Bundan sonra da farklı beldelerde yaşayan alimlerin ihtilaflarını gözeten ve zikredilen bu vasıfların kendisinde bir mizaca dönüştüğü kimselerden olması gerekmektedir.''

Bu şartlara haiz olmayan yahut bu şartlara haiz olanların diliyle konuşmayan kimseler size ''şu haram, şu helal'' derse; ondan kaçın.

İbn Kayyim, İ'lamu'l-Muvakkiyn 1/46

9 Kasım 2016 Çarşamba

Kur'an'ı Hızlı Okumanın Ve Namazı Hızlı Kılmanın Hükmü

Ben, hızlı namaz kılan birisiyim. Yani ben, Fatiha sûresi ile diğer kısa sûreleri hızlı bir şekilde okuyorum.Namazdaki hareketlerim aynı şekilde hızlıdır. Bu davranışım câiz midir?



Cevap:

Hamd, yalnızca Allah'adır.

Sünnet olan; Kur'an okuyan kimsenin, ister Fatiha sûresi olsun, isterse başka bir sûre olsun, Kur'an'ı okurken onu tertilli olarak okuması, okuduğunu iyice düşünüp akıl etmesi için de kıraatında acele etmemesidir. Dolayısıyla Kur'an okuyan kimse için sünnet olan; okuduğunun anlamını iyice düşünerek ve akıl ederek okuması, tertilli okuması ve acele etmemesidir.

Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( ... وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلاً )) [ سورة المزمل من الآية: 4 ]

"... ve Kur'an'ı tertil ile (kelimelerin hakkını vererek, tane tane) oku." (Müzzemmil Sûresi: 4)

Yine Allah -azze ve celle- şöyle buyurmuştur:

((كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الأَلْبَابِ )) [ سورة ص الآية: 29]

"(Ey Rasûl!) Biz sana feyizli ve bereketli bir kitap indirdik ki insanlar onun âyetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri (Allah'ın kendilerini sorumlu tuttuğu şeyleri) hatırlasınlar." (Sâd Sûresi: 29)

Bazı harfleri veya âyetleri ihlal eden hızlı okuyuş, câiz değildir. Aksine Kur'an okuyan kimsenin, doğru ve açık bir şekilde okuyabilmesi için kıraatında yavaş olması ve anlamını düşünüp akıl edebilmesi için tane tane okuması gerekir.

Bir kimse, kıraatında bazı harfleri telaffuz etmiyorsa ve bazı harfleri değiştiriyorsa, bu kıraat câiz değildir. Aksine harfleri ve kelimeleri tam olarak noksansız bir şekilde edâ edebilmesi için yavaş yavaş ve tertilli okuması gerekir.

Aynı şekilde namazında da böyle olması gerekir. Buna göre rükûda, secdede, iki secde arasındaki oturuşta ve rükûdan sonraki ayakta duruşta acele etmemelidir.Aksine teenî ile ve mutmain olacak bir şekilde kılmalıdır. Namaz kılan kimsenin böyle yapması, kendisine farzdır. Çünkü namazda mutmain olmak, yerine getirilmesi gereken farzdır. Secdede başını, karganın yemini gagalaması gibi indirip kaldırmak ve namazda acele etmek, namazı bozar.

Soruyu soran kimseye rükû sırasında mutmain oluncaya kadar beklemesini, acele etmemesini ve üç defa veya daha fazla şu duâyı okumasını tavsiye ederiz.

(( سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ.))

"Çok büyük Rabbimi tüm noksanlıklardan tenzih ederim."

Bu duâdan sonra şu duâyı da okur:

(( سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ. اَللَّهُمَّ اغْفِرْ ليِ))

"Allahım! Sana hamd ederek, seni tüm noksanlıklardan tenzih ederim. Allahım! Beni bağışla."

Başını rükûdan kaldırdıktan sonra mutmain oluncaya kadar ayakta bekler.Bu sırada şu duâyı okur:

(( رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ، حَمْداً كَثِيراً طَيِّباً مُبَارَكاً فِيهِ، مِلْءَ السَّمَاوَاتِ وَمِلْءَ الأَرْضِ وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا، وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ))

"Rabbimiz! Riyâdan uzak ve bereketi kesilmeyen çokça hamd, yalnızca sanadır. Gökler dolusu, yerle gökler arasındaki mesafe dolusunca ve bundan sonra dilediğin şeyler dolusunca (hamd yalnızca sanadır)."

Namaz kılanın bu şekilde söylemesi, kendisi için daha fazîletlidir.

(( رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ))

"Rabbimiz! Hamd, yalnızca sanadır."

Rükûdan doğrulduktan sonra bu duâyı okumak, doğru olan görüşe göre vâciptir.

Eğer bu duâya (Rabbimiz! Hamd, yalnızca sanadır) şunu ekleyerek okursa, daha kâmil ve daha fazîletli olur:

((...حَمْداً كَثِيراً طَيِّباً مُبَارَكاً فِيهِ، مِلْءَ السَّمَاوَاتِ وَمِلْءَ الأَرْضِ وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا، وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ))

"... Riyâdan uzak ve bereketi kesilmeyen çokça hamd, yalnızca sanadır. Gökler dolusu, yerle gökler arasındaki mesafe dolusunca ve bundan sonra dilediğin şeyler dolusunca (hamd yalnızca sanadır)."

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'den bu duânın üzerine şu fazlalık da gelmiştir:

(( مِلْءَ السَّمَاوَاتِ وَمِلْءَ الأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا، وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ، أَهْلَ الثَّنَاءِ وَالْمَجْدِ، أَحَقُّ مَا قَالَ الْعَبْدُ. وَكُلُّنَا لَكَ عَبْدٌ. اَللَّهُمَّ لاَ مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ، وَلاَ مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ، وَلاَ يَنْفَـعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ ))

"Gökler dolusu, yerle gökler arasındaki mesafe dolusunca ve bundan sonra dilediğin şeyler dolusunca (hamd yalnızca sanadır) ey övgü ve şeref sahibi! Bir kulun -ki hepimiz senin kulunuz- söylediği şu söze en lâyık olan sensin:

- Allahım! Senin verdiğine mâni olacak, senin mâni olduğuna da verecek kimse yoktur. Makam sahibinin sahip olduğu şeyler, senin katında kendisine hiçbir fayda vermez."

Bu duâ en kâmil olanıdır.

Aynı şekilde secde ettiği zaman secdede de acele etmemelidir. Alın, burun, iki avucun iki, iki diz ve iki ayak parmaklarının ucu olmak üzere yedi aza üzerine secde etmelidir. Mutmain olacak şekilde ve acele etmeden secde etmelidir.

Secdede üç defa şu duâyı okumalıdır:

(( سُبْحَانَ رَبِّيَ الأَعْلَى. سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، اللَّهُمَّ إغْفِرْ ليِ))

"En yüce olan Rabbimi tüm noksanlıklardan tenzih ederim. Allahım! Sana hamd ederek seni tüm noksanlıklardan tenzih ederim. Allahım! Beni bağışla."

Ardından kolayına gelen şu duâyı da okur.

(( اَللَّهُمَّ اغْفِرْ ليِ ذَنْبِي كُلَّهُ، دِقَّهُ وَجِلَّهُ، وَأَوَّلَهُ وَآخِرَهُ، وَعَلانِيَتَهُ وَسِرَّهُ))

"Allahım! Günahlarımın hepsini; küçüğünü ve büyüğünü, ilkini ve sonunu, âşikarını ve gizlisini bağışla."

Bu, meşrû olan duâdır.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşturÇ

(( أَقْرَبُ ماَ يَكوُنُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ ساَجِدٌ، فَأَكْثِروُا الدُّعاَءَ)) [ رواه مسلم ]

"Kulun, Rabbine en yakın olduğu an, secdede olduğu andır. Bu sebeple secdede çokça duâ edin." (Müslim)

Yine şöyle buyurmuştur:

((…أَماَّ الرُّكوُعُ فَعَظِّموُا فِيهِ الرَّبَّ،وَأَماَّ السُّجوُدُ، فَاجْتـَهِدُوا فيِ الدَعَاءِ، فَقَمِنٌ أَنْ يُسْتَجاَبَ لَكُمْ)) [ رواه مسلم ]

"Rükûda Rabbi (Allah’ı) yüceltin, secdede ise çokça duâ etmeye gayret edin. Çünkü secdede yapılan duâ, kabul olunmaya daha lâyıktır." (Müslim)

Bu sebeple mü'minin secdesinde acele etmemesi, aksine mutmain olacak şekilde secde etmesi gerekir.Çünkü bu, yerine getirilmesi gereken namazın rükünlerinden birisidir. Bununla beraber namaz kılan kimsenin, namazın rükünlerini yerine getirirken daha ağır hareket etmesi ve acele etmemesi, secdesinde "Subhâne Rabbiye'l-A'lâ" duâsını tekrar etmesi kendisine meşrû kılınmıştır. Rükûda "Subhâne Rabbiye'l-A'lâ" duâsını bir defa okuması, vâciptir. Fakat bu duâyı üç veya beş veyahut da yedi defa okursa, daha fazîletlidir.

Yine iki secde arasında mutmain olacak şekilde beklemeli ve acele etmemelidir. İki secde arasında bütün eklemleri yerlerine dönünceye kadar belini doğrultmalı ve şu duâyı okumalıdır:

(( رَبِّ اغْفِرْ ليِ، رَبِّ اغْفِرْ ليِ، رَبِّ اغْفِرْ ليِ. اَللَّهُمَّ اغْفِرْ ليِ، وَارْحَمْنِي، وَاهْدِنِي، وَاجْبُرْنِي، وَعَافِنيِ وَارْزُقْنيِ، وَارْفَعْنيِ))

"Rabbim! Beni bağışla. Rabbim! Beni bağışla. Rabbim! Beni bağışla. Allahım! Beni bağışla, bana merhamet et, beni doğru yola ilet, beni islah eyle, bana âfiyet ver, bana rızık ver ve beni yücelt."

Bu duâların hepsi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den gelmiştir. Bu sebeple müslümanın Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem-'i örnek almalı, O'nun sünnetine göre hareket etmeli ve namazın bütün rükünlerinde acele etmemelidir. Zirâ namaz, dînin direğidir ve namazın yeri ve önemi çok büyüktür.

Soruyu soran kimseye buna önem vermesini, bu konuda Allah Teâlâ'dan korkmasını, her işinde Allah Teâlâ'nın rızâsını gözetmesini, namazını mutmain olacak şekilde ve acele etmemek üzere tam kılmasını tavsiye ederiz.

Aynı şekilde kıraatını da mutmain olacak şekilde harfleri tane tane okumalı ve acele etmemeli, aksine okuduğundan istifâde edecek şekilde akıl ederek ve düşünerek açık okumalıdır.

Allah Teâlâ'dan herkesi hayırlı amellerde muvaffak kılmasını dileriz."

Abdulaziz b. Baz; "Nuru'n Ale'd-derb Fetvâları"; c: 2, s: 272

8 Kasım 2016 Salı

Allah Bu Dîni, Ehl-i Hadis İle Korumuştur!

Ehl-i Hadis, canlarını ortaya koydular, çölleri, diyarları aştılar, Allah Resûlu sallallahu aleyhi ve sellem'in hadîsini talep etmek, hıfzetmek ve muhafaza etmek için, Allah'ın koruyacağını bize haber verdiği bu dîni İslam için yurtlarından, eşlerinden, çocuklarından uzakta gurbetlere düştüler. Allah bu dîni, Ehl-i hadis ile korumuştur:

"Muhakkak ki Zikr'i biz inzâl ettik ve muhakkak ki, onu muhafaza edecek olan elbette biziz." [Hicr 9]

Allah'ın bu dîni, Ehl-i Hadis vasıtası ile koruduğu hususunda kimsenin şüphe ve tereddüt beslemediğine
inanıyorum.

Şu beyitlerin sahibi Muhammed bin İsmail el-Emîr r.h ne kadar güzel söylemiştir:

Selam olsun Ehl-i Hadîs'e Şüphesiz ki ben, daha beşikten itibaren hadis sevgisi ile büyüdüm

Ehl-i Hadis canlarını Ahmed'in Sünnet'i uğruna ortaya
koydular Onun Sünnet'inin berraklığı için tüm güçleri ile çaba sarf ettiler
Ehl-i hadisten kasdım, Ahmed'in Sünnet'inin Selef'leridir. Bu kasîdede maksadım onlardır. Onlar ki, Buhari, Müslim, Ahmed gibi ilim ve çabada
gayret gösterenlerdir.
Onlar suyu çekilmeyen deniz gibidirler.
Onlara bu yolda medet Allah'tan gelir.
Onlar ki, ilm-i Muhammed'in denizinden içtiler, içirdiler.
Onların şol diğer mezheplere uğrağı yoktur.

Yine Hafız es-Sûri de şöyle demiştir:

Hadis ile inatlaşan ve Hadis Ehlini ve Hadis Talib'ini ayıplayan kimseye sor ki
Bunu bir ilme binaen mi diyorsun yoksa cehaleten mi? Ki cehalet, sefih kimsenin huyudur. Dîni sapma ve eğriliklerden koruyan Ehl-i Hadis hiç
ayıplanır mı?

Her âlim ve fakih, Ehl-i Hadis'in rivayetlerine müraacat etmiştir.
Allah bu dîni onlar ile korumuştur. Onlar
Allah yolunda, kınayanın kınamasından korkmazlardır.

[ ŞEYH MUKBİL B. HÂDİ EL-VÂDİ'Î
"Ehli Sünnet'e Nasîhatım" ]

7 Kasım 2016 Pazartesi

Cennet Ehlinin Vasıfları


بســـم الله الرحمن الرحيم
  
   
Cennet Ehlinin Vasıfları
  
   
Allahu Azze ve Celle, daha sonra cenneti takva sahibi kullarına yaklaştırdığını ve o cennete girmeyi hak eden bu kimselerin şu dört tane vasıfla vasıflandıklarını haber vermektedir:

1 - Bunların yönelenler oldukları.
Yani Allah'a karşı isyandan kaçıp O'na itaat etmeye dönenler, gafletten kaçıp, O'nu zikretmeye yönelenler.
Ubeyd b. Umeyr der ki:
"Evvab (Allah'a yönelen) kimse, günahlarını hatırlayıp onlardan dolayı Allahu Teâlâ'ya tevbe istiğfarda bulunan kimsedir."

Mücahid de şöyle der:
"Tenha yerlerde günahlarını hatırlayıp, onlardan istiğfar eden kimsedir."
Said b. Müseyyeb ise:
"Bu kimse, günah işleyen sonra da tevbe eden, sonra günah işlediği zaman yine tevbe eden kimsedir." der.

2 - Allah'ın emirlerine riayet edenler oldukları.
İbn Abbas şöyle demiştir:
"Allah'ın farzlarına ve emanetlerine riayet eden kimselerdir."

Katade ise şöyle demiştir:
"Allah'ın kendisine gerek haklarından ve gerekse nimetlerinden emanet ettiği şeyleri koruyan kimselerdir."

İnsan nefsine ait;
1. İstek kuvveti ve
2. Vazgeçme kuvveti olmak üzere iki kuvvet bulunduğuna göre;
Yönelenler Allah'a (c.c.) dönüşte, itaatte ve rızasını kazanmakta istek kuvvetini kullanıyorlar demektir.
Riayet edip koruyanlar ise; gerek Allah'a isyan etmekten, gerekse yasaklarını işlememekle ve kendilerini korumakla, günahlardan vazgeçme kuvvetini kullanıyorlar demektir.
Buna göre, koruyup, riayet eden kimse, Allahu Teâlâ'nın kendisine haram kıldıklarından kendi nefsini koruyup, kendisini bunlardan sakındıran kimse demektir.
"Evvab" (Allah'a yönelen) ise, Allah'a (c.c.) itaat etmeye yönelen kişidir.

3 - Allahu Teâlâ'nın şu âyetindeki buyruğu üzere: "görmediği hâlde Rahman olan Allah'tan korkan" (Kaf, 33) kişiler oldukları.
Bu âyet-i kerime; Allah'ın (c.c.) varlığına, rab oluşuna, kudretine, ilmine ve ayrıntılı olarak kulun her şeyine Allahu Teâlâ'nın muttali oluşuna dair durumları içermektedir.
Aynı zamanda O'nun kitaplarına, peygamberlerine, emir ve yasaklarına, vaadine ve karşılaşma gününe de imanlarını içermektedir. Nitekim bunlar olmadan, görmediği hâlde Rahman olan Allah'tan korkmak doğru olmaz.

4 - Allahu Teâlâ'nın şu âyetindeki buyruğu üzere: "O'na yönelen bir kalple gelenler..." oldukları.
İbn Abbas der ki:
"Allah'a isyan etmekten yüz çevirmiş ve O'na itaat etmeye yönelip dönmüş kimseler."
Şu bir gerçek ki; hakiki olan yönelme, kişinin kalbinin Allahu Teâlâ'ya itaat etmeye, O'nu sevmeye ve O'na dönmeye dair durumudur.
Sonra Allahu Teâlâ, bu vasıflara sahip kişilere şu âyet-i kerimede buyurulduğu üzere karşılığını vermiştir:
"Şimdi selâm ve selâmetle oraya girin. İşte sonsuzluk günü budur. Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kaf, 34-35)

Yüce yaratan bu âyetten sonra onlardan önce kendilerinden daha kuvvetli olan nice nesilleri helak ettiğine dair açıklamasıyla onları korkutmaktadır. Geçmiş nesillerin helak sırasında beldelerde kaçışan ve bir yerlere sığınmaya çalışan kavimler hâline girdiklerini ve kuvvetlerinin, helak olmalarına bir yarar sağlamadığını ve kendilerini Allah'ın azabından kurtaramadıklarını haber vermiştir.
Katade der ki:
"Allah'ın düşmanları öyle şiddet ve sıkıntılarda bulunmuşlardı ki nihayet Allah'ın emrine (helâkına) kendilerinin duçar olduğunu gördüler."

Zeccac ise şöyle der:
"Onlar her yere kaçışıp gitmeye ve sığınacak bir yer aramaya koyulmuşlardı; ancak ölümden kendilerini kurtaramadılar."
Gerçek şu ki, onlar ölümden kaçıp kurtulmayı arzulamışlardı; ancak buna imkân bulamadılar.
Allahu Teâlâ ardından bunun:
"Şüphesiz ki kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt olduğunu" (Kaf, 37) bildirmiştir.
Sonra gökleri, yeri ve her ikisi arasında olanları altı günde yarattığını ve kendisine hiçbir yorgunluğun ve bıkkınlığın dokunmadığını haber vermiştir. Bununla, düşmanları olan yahudilerin "Allah yedinci günde istirahata çekildi" sözlerinin yalan olduğunu ortaya koymuştur.
Sonra da Allah (c.c), yahudilerin, Allah'ın istirahata çekilmesi ile ilgili olarak söylediklerine sabrettiği gibi, peygamberine de düşmanlarının O'nun hakkında söylediklerine karşı sabır göstermesini emir buyurmuştur. Nitekim kendisinin işittiği ezaya kendisinden daha sabır gösteren kimse olmaz.
Sonra peygamberine, sabır etmeye yardımcı olan faktörleri yani güneşin doğuşundan önce (sabah namazını) ve batışından önce de (öğle ve ikindi namazlarını kılarak) Rabbini Hamd ile tesbih etmesini ve geceleyin (akşam ve yatsı namazlarını kılarak), namazlardan sonra da (vitir ve nafile kılarak) yine O'nu tesbih etmesini emir buyurmuştur. Kimileri namazlardan sonra kılınacak namazın vitir olduğunu söylerken, kimisi de akşam namazından sonraki iki rekât namaz olduğunu söylemiştir.
İlk görüş, İbn Abbas'ın görüşüdür.
İkincisi ise, Ömer, Ali, Ebû Müreyre, Hasan b. Ali ve İbn Abbas'ın iki görüşünden birisidir.
Bir de İbn Abbas'ın üçüncü bir görüşü daha var ki; bu da, söz konusu tesbihin beş vakit namazlardan sonra dille yapılan tesbih olduğudur.
Sonra sûre, öldükten sonra dirilme konusuyla ve hasrolunmak için ruhların bedenlere geri dönmesine dair münadinin yaptığı nida konusuyla son buluyor. Allahu Teâlâ'nın haber verdiğine göre bu nida, herkesin işiteceği yakın bir yerden olacaktır:
"O gün insanlar, o çağrıyı gerçek olarak duyarlar." (Kaf, 42)

Tıpkı yeryüzünün bitkilerden ayrıldığı gibi yeryüzü de onlardan aynlıp yarılır ve öldükten sonra diriliş ve Allahu Teâlâ ile karşılaşma ânı başlar. Onlar da duraklama ve gecikme olmadan koşarak kabirlerinden çıkarlar. İşte bu gerçekten Allah (c.c.) için oldukça kolay bir toplanmadır.
Sonra Allahu Azze ve Celle, düşmanlarının söylediklerini bildiğini haber vermiştir. Bu husus, kendi sözleriyle karşılık göreceklerini ve hiçbir şeyin Allah'a gizli olmadığını ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi, Allahu Teâlâ, karşılıkların verilip gerçekleşmesi için kendi ilmini ve kudretini zikretmektedir.
Daha sonra Allahu Teâlâ, onları tasallutu altına almadığını, onlara zorlama yapmadığını ve onları zorla İslâm'a sokmadığını da haber vermiştir. Tehdidinden korkan kimselere karşı sadece sözünün hatırlatılması gereğini emretmiştir. Bu da kuşkusuz öğütten fayda alanlaradır. Allah ile karşılaşacağına inanmayan, O'nun tehdidinden korkmayan ve sevabını ummayan kimseler öğütten asla fayda almazlar.

6 Kasım 2016 Pazar

Sarık Üzerine Meshetmek

Sevbân (r.a.) den, şöyle demiştir:

"Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (bir defa gece baskım için) Seriyye (askerî birlik) göndermişti. (Şiddetli bir) soğuğa tutuldular. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yanına döndükleri zaman onlara sarıklarının ve ayakkabılarının üzerlerine meshetmelerini emretti."[1]

Açıklama

Sarık üzerine meshnetmenin caiz olup olmaması mevzuunda şevkânî Neylu'l-Evtâr'da şunları söylemektedir:

"Ulemâ sa­rık üzerine meshedilmesi mevzuunda farklı görüşlere sahiptir.
"Bunlardan Evzâî, Ahmed b. Hanbel, îshâk, Ebû Sevr ve Dâvüd b. Ali sarık üzerine meshin caiz olduğu görüşündedirler. Ancak bu cemaatin içinden de Ebû Sevr, meshin caiz olması için sarığın başa abdestli iken giyilmiş olmasını şart koşmuştur. Görüldüğü gibi Ebû Sevr sarığı meste kıyas etmiştir. Ancak öbürleri ise, sarığın başa abdestli giyilmiş olmasını şart koşmamışlar, mutlak surette sarığa mesh yapılabilir demişlerdir. Yine aynı kişiler arasında sarık üzerine yapılan meshin müddeti üzerinde ihtilâf edilmiş; Ebû Sevr mestlere kıyas ederek, sarık üzerine meshin müddeti aynen mestlerinki gibidir demiş, diğerleri ise, bir şart koşmamışlardır. Sarık üzerine meshi caiz gören bu ulemanın bu konudaki delillerinden biri de şu hadis-i şeriftir:

"Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) alnına sarığın üzerine ve mestlerine meshetti..."[2]

"Ulemânın büyük ekseriyeti ise Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-BârTde naklettiği gibi, sadece sarık üzerine meshetmenin caiz olmadığı görüşündedirler. Tirmizî ve Sahâbe-i kiramdan bir çokları sadece sarık Üzerine meshetmenin caiz olamayacağını, ancak başla birlikte sarığa de meshetmenin caiz olabileceğini söylemşilerdir. Bu görüş aynı zamanda Süfyân-i Sevrî, Malik b. Enes, İbn Mübarek ve Şafiî'nin de görüşüdür.

"îmam-ı Â'zam, Ebû Hanife de bu görüştedir. Bu görüşte olan ulemânın anlayışına göre, "Yüce Allah başa meshedilmesini kesinlikle her hangi bir te'vile imkân kalmayacak şekilde farz kılmıştır. Sarık Üzerine mesihle il­gili hadisler ise, te'vile müsaittir. Binaenaleyh böyle kesin hüküm ifâde eden âyet veya hadislerin te'vile müsait olan âyet veya hadislere tercih edilmesi gerekir.[3]

Ayrıca ayaklara meshin cevazı, mestleri çıkarmanın zorluğundan ileri gelmiştir. Sarık çıkarmakta ise, böyle bir zorluk yoktur. Bu bakımdan sarığa mesh meşru kılınmıştır. Sarığa mesh edilebileceğini ifade eden hadislerse ya mensuhtur, ya da metinde geçen seriyye için verilmiş özel bir ruhsatla ilgilidir. Mâlikî mezhebinde kuvvetli olan görüşe göre; zaruret olmadıkça sarık üzerine veya baştaki (takkeye) serpuş üzerine mesh yapılmasının caiz olmayacağı yönündedir."[4]

Bazı Hükümler

1. Meşru meselelerin çözümü için cemiyet içinden bir topluluğun görevlendirilmesi caizdir.

2. Bir cemiyetin reisi durumunda olan kimselerin o topluma karşı son derece merhametli olması lâzımdır.

3. Zaruretler için özel müsamaha vardır.

4. Dinde kolaylık vardır, zorluk değil.

5. Mestler üzerine mesh caizdir.

Enes b. Mâlik'den, şöyle demiştir: "Ben Resûlullah sallallahü aleyhi vesellemi başında Kitr kumaşından bir sarıkla abdest alırken gördüm. Elini sarığın altına sokarak başının ön tarafını meshetti de sarığı (başından) çıkarmadı."[5]

Açıklama

Bu hadis-i şerifte geçen kumaş, kıtr kumaşından kırmızı bir kumaştır. Katar'da dokunur, desenlidir. Biraz da sertçedir. Dokunduğu memlekete nisbetle "kıtriyye" denilir. Bu hadis-i şerife bakarak sarığın renginin kırmızı olduğuna hükmedenler varsa da bu hadisde zayıflık olduğu için muteber bir hüküm sayılmamıştır. Her ne kadar el-Ezherî bu hadis-i şerifin abdest alırken sarık çıkaran kimseleri reddettiğini ve böyle hareket eden kimselerin vesveseli kimseler olduklarım söylemişse de bu söz doğru değildir. Çünkü abdest alırken sarıklarını çıkaranların maksadı başlarının tümünü meshetmektir. Bu ise müstehabdır. Nitekim 106 ve 118 nolu hadislerin şerhinde açıklanmıştır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sarığım çıkarmadan başının bir kısmını meshetmesi ise, bunun caizliğini gösterir.

Bezlu'l-mechûd yazan bu hadisi açıklarken şöyle diyor:

1. Abdest alırken sarığın baştan çıkarılması gerekmediğini ifade eden  bu hadis zayıftır.

2. Sarığın çıkarılması lâzımdır diyenlerin maksadı, başın her tarafı meshedilmelidir demektir ki, bu sahih hadîslerle emredilmiştir.

Ulemâ başın her tarafını meshetmek mendubdur demiştir. Binaenaleyh sarığı baştan çıkarmayı tercih eden kimseleri bid'atçılıkla itham etmek doğru değildir. Amma Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın sarığı başından çıkarmaması ise, bu şekilde abdest almanın da caiz olduğunu beyan etmek içindir. Yoksa abdest alırken sarığın baştan çıkarılmamasının farz olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan sarığı başından çıkararak başını kaplarcasına meshedenlere bidatçi gözüyle bakmamalı bilakis sünnete titizlikle uyan kişiler olduklarını bilmelidir.[6]

Bazı Hükümler

1. Kırmızı, sarık sarmak meşrudur.

2. Abdest alırken sangın baştan çıkarılması gerekmez.

3. Abdeste sadece başın ön tarafını mesihle iktifa edilebilir başın her tarafını meshetmek farz değildir.[7]

[1] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 262-263.
[2] Müslim, tahâre 81.
[3] Şevkânî, Ncyln'l-Evtflr, I 195.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 263-264.
[5] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 264.
[6] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 264-265.
[7] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 265.
Navig


5 Kasım 2016 Cumartesi

Allah İçin Buğz Etmenin Dereceleri!

İmam Abdulvehhab eş-Şa’rânî rahimehullah şöyle demiştir:

“Kötülüğe karşı bilfiil buğz ve adaveti ortaya koymak bazen mendup ve mustehab, bazen de farzdır. Günahkâr ve fasıklar ise çeşitli mertebelerde bulunurlar. Onlara karşı yapılacak en faziletli tavır hangisidir? Hepsine karşı aynı tavır mı takınılır?”

Bilinmesi gerekir ki, Allah’ın emrine muhalefet eden ya akidesinde muhalefet eder, ya da amelinde muhalefet eder. Akidelerde muhalefet eden ya inkârcıdır, ya da bir bid’atçıdır. Bid’atçi ise ya başkalarını bid’atine davet eden biridir, ya da aczinden veya isteyerek sükût ediyordur.

Akidesi bozukluğu genel olarak üç kısımdır:

Birincisi: Küfürdür. Şayet savaşılacak kâfirlerden ise öldürülmeyi ve esir edilmeyi hak eder. Bu sınıf için ikisinden daha hafif bir üçüncü hüküm yoktur.
Ancak zımmî (yani müslüman devlete vergi vererek yaşayan Ehl-i Kitap kâfirleri veya anlaşmalı) kâfirlerden ise ona eziyet edilmesi caiz olmadığından, ancak ondan yüz çevirmek, yolun en dar yerine sıkıştırarak selama onun başlamasına zorlamak, selam verdiği zaman da “ve aleyke” şeklinde cevapla yetinerek hakarette bulunmak gerekir.Yine onlar giyimlerinde, bineklerinde, eyerlerinde ve silahlarında müslümanlardan farklı duruma getirilir. Ata binemezler, silah taşıyamazlar, bir parmak kalınlığında zimmilere mahsus bir yün kuşak bağlarlar ve müslümanların eyerlerinden kullanamazlar.
Zimmilerin kadınları da hol ve hamamlarda müslüman kadınlarından ayrı tutulur. Kendilerine istiğfar ve dua yapılmaması için zamanında tanıtılırlar.
En uygun olanı zımmi ile bir araya gelmekten ve muamele etmekten, onlarla karşılıklı yemekten sakınmaktır. Zımmî ile neş’elenmek, dostlara yapıldığı gibi ona yakınlık ve samimiyet göstermek, harama yakın mekruhtur.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah’a ve rasulüne muhalefete kalkışan kimselere sevgi besler bulamazsın. İsterse o muhalifler babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları olsun.” (Mucadele 22)

“Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Nisa 144)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Mü’min ile müşriğin ateşleri buluşmaz (geçinemez, dost olamazlar)” buyurmuştur.

İkincisi: Bid’atine davet eden bid’atçidir. Eğer bid’ati küfrü gerektiren bir şey ise, onun durumu zımmî’nin durumundan daha ağırdır. Zira onlar (bid’at ehli) ne cizye ile durdurulur, ne de onlara zımmilik bağı ile musamaha edilir.Şayet selefimiz bizi onlardan ve mezheplerinin bâtıl fırkalarının isimlerini zikretmekten sakındırmasalardı, onları yetmiş fırkaya kadar sayardık.
Bunların hepsi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduklarını söylemelerine rağmen seleflerinin icmaı ile kâfirdirler. Onların isimlerini zikretmekten korkuyoruz. Çünkü sen onların mezheplerini tanımak ister, onların bâtıl görüşlerine aldanırsın. Zira bütün insanlar, bilmedikleri şeyleri tecessüs etme eğilimindedirler. Bunda nefsin ve şeytanın rolü vardır. En uygun olanı, ashabın ve tabiinin sükût ettikleri konuda susmaktır.

Bütün bunlar itikad etmesi küfür olan bid’atler hakkındadır.

Şayet bid’at, küfrü gerektirmeyen hususlarda ise bid’atçinin durumu, Allah ile onun arasında kalır. Şüphesiz bu küfürden daha hafiftir, ancak o kâfirden daha çok kınanır. Zira kâfirin şerri, müslümanlara sirayet edici değildir. Müslümanlar onun küfrünü bilir ve sözüne aldırış etmezler. Zaten o da müslüman olduğunu ve hak itikadı bulunduğunu iddia etmez.
Fakat bid’atine davet eden ve davet ettiği şeyin hak olduğunu söyleyen kimse, halkın sapmasına sebep olur. Onun şerri, başkalarına da sirayet eder. Böylesine karşı buğzun, düşmanlığın ve alaka kesmenin, tahkir etmenin ve bid’atini kınamanın açıkça ortaya konması ve halkın ondan uzaklaştırılması daha müstehaptır.
Eğer yalnızken selam verirse, selamını almakta sakınca yoktur. Ancak selamını almamanın ve susmanın onu bid’atine karşı soğutucu ve vazgeçirici bir etki yapacağı bilinirse cevap vermemek daha iyi olur. Zira selamın cevaplanması vacip olmakla beraber, en hafif bir sebeple selamını almayabilir. Hatta insanın hamamda olması yahut def’i hacet etmesi halinde selamı cevaplamanın farzlığı düşer. Onu bid’atinden vazgeçirmek gayesi ise daha mühimdir. Fakat insanların içinde onun selamını almamak, halkı ondan sakındırmak ve gözlerinde onun bid’atini çirkin göstermek bakımından daha hayırlıdır. Aynı şekilde onlara yardım ve ihsanda bulunmayı kesmek de böyledir. 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kim bir bid’atçiyi terslerse, Allah Teâlâ onun kalbini iman ve emniyetle doldurur. Kim bir bid’âtçiyi küçümserse Allah onu büyük korkunun olduğu gün korur. Kim de ona yumuşak davranır, ikram eder yahut onu güleryüzle karşılarsa, o Allah’ın Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gönderdiği şeyi hafife almıştır.”

Üçüncüsü: Avamdan olan ve başkasını davete gücü yetmeyen, kendisine uyulmasından da korkulmayan kimsedir. Bunun durumu daha hafiftir. Onu katı davranmak ve küçümsemek suretiyle ürkütmemeli, aksine tatlılıkla nasihatte bulunmalıdır. Zira halkın kalbi çabuk değişebilir. Şayet nasihat fayda vermiyorsa ve ondan yüz çevirilmesi de bid’atini gözünde çirkin gösterirse, ondan yüz çevirmek daha hayırlı olur.
Eğer kalbindeki düğümün katılığı ve tabiatinin sertliği dolayısıyla bunun fayda vermeyeceği bilinirse yine de münasebetleri kesmek daha iyidir. Zira bid’at, aşırı derecede kınanmazsa halkın arasında yayılır ve kötülüğü genelleşir.
İtikadında değil de, ameli ve fiiliyle âsî olana gelince, onun bu günahı ya zulüm, gazap, yalan şahitlik, gıybet, halkı tahrik, söz taşıyıcılık gibi başkalarına da zararı dokunan cinstendir yahut da zararı başkasına dokunmayacak ve kendi şahsında kalacak şekildedir. Bu da kendi arasında iki kısma ayrılır:

Birisi; başkalarını da fesada davet eden cinstendir. Mesela meyhane açarak, kadınlarla erkekleri bir araya getirip, fesat ehlini günaha ve şarap içmeye sebebiyet veren kimse gibi.

Diğeri ise, başkalarını fiiline davet etmeyen kimsedir. İçki içen veya zina eden kimse gibi. Başkasını davet etmeyen bu kimsenin günahı da ya büyük günahlardan olur, ya da küçük günahlardan olur. Bunların her birinde de ya ısrar edicidir, ya da ısrar edici değildir.
Bu taksimattan üç sınıf ortaya çıkıyor ki, bir kısmı diğerinden farklı derecelerdedir. Hepsine karşı aynı tavır alınmaz.

Birinci kısım: En şiddetlisi olup zulüm, gazap, yalan şahitlik, gıybet, söz taşıyıcılık gibi başkalarına da zararı dokunan günahlardır. Böyle günahları işleyenlerden yüz çevirmek, onlarla bir araya gelmeyi bırakmak evladır. Zira günahlar başkalarına sirayet ettikçe şiddetlenir. Sonra bunlar da şahıslarda, malda ve ırzda zulmedenler olmak üzere bölümlere ayrılır. Bazısı diğerinden daha ağırdır. Cidden böylesinden alakayı kesmek, onları küçük düşürmek önemli bir sünnettir. İşte her ne kadar onları küçük düşürmek onlar için veya başkaları için günahtan sakındırıcı olursa, durum o nispette önem kazanır.

İkinci kısım: Başkalarına fısk ve fesat sebepleri hazırlayan ve onlara bunların yollarını kolaylaştıran kimselerdir. Böyleleri her ne kadar dünya işlerinde başkalarına eziyet etmiyorsa, hatta durumu onların hoşlarına da gitse bu fiilleriyle, onların dinlerine kastediyorlardır. Böylesinin de hakkı küçük düşürülmek, tahkir olunmak ve kendisinden yüz çevirilerek alakayı kesmek ve selamını almamaktır. Özellikle onun veya başkalarının bu hareketlerle günahtan sakındırılmaları söz konusu olursa. Çünkü onun da günahı başkalarına sirayet eder. Fakat durumu birinci kısımdakilerden daha hafiftir.

Üçüncü kısım: Şarap içmek yahut bir farzı terk etmek veya şahsını ilgilendiren bir sakıncalı işi işleyip nefsinde fasık olabilir. Şayet onun dini bir vecibeyi terk edip fasık bir amel işlemesi itikadından gelen bir bozukluk sebebiyle olursa durumu kâfirin durumundan daha ağırdır. Çünkü o aynı zamanda bid’atçi ve bir inkârcıdır. Onun hükmü zikredilmişti.
Bir günahta ısrar eden, sürekli olarak işleyen veya farzı terk edenlerin tamamı ya bunu gizli küfürlerinden yahut apaçık bir ahmaklık sebebiyle yaparlar. Fakat bunlar, ölüm sekeratına gelinceye kadar asıl durumlarından habersizdirler. Çoğu kâfir olarak ölür. Allah kötü sondan korusun.

Şayet bunu itikadının bozukluğundan değil de, sadece tembellikten bir emri terk ediyor veya şehvetine yenik düştüğünden dolayı bir günah işliyorsa onun durumu kendisinden yüz çevirilmesi ve kınanması bakımından ikinci kısımdakilerin durumundan daha hafiftir. Ancak eğer günahı işlemekte olduğu zaman tesadüf edilirse dövmek suretiyle de olsa bundan men edilmesi gerekir. Zira günahtan men etmek vaciptir. Günahtan ayrıldığı zaman bunun onun âdetinden olduğu ve günaha devam edici olduğu bilinirse, onun tekrar etmesine mani olacaksa nasihat edilmesi vacip olur. Eğer nasihat fayda vermezse yine de nasihat etmek faziletlidir. Onu tatlılıkla vazgeçirmek daha doğrudur. Fakat daha faydalı görülürse zorlama da yapılır. Nasihatin fayda vermeyeceği biliniyor ve o da günahı işlemeye devam ediyorsa ondan alaka kesilir ve selamı alınmaz. Böylece bu, bir görüş ve içtihat meselesidir. Âlimlerin de takip ettikleri yol farklı olmuştur. Doğru olan, bu hususun kişinin niyetine göre değiştiğidir. Bu durumda ameller ancak niyetlerledir denilir.

Aslında yumuşaklıkta ve rahmet nazarıyla bakmakta bir nevi tevazu vardır. Sertlik ve yüz çevirmede ise sakındırma vardır. Doğru olan nefsin hevası ve arzuların gereğiyle karşılaşıldığında nefse muhalefet etmektir. Zira bazen böyle bir kimseyi küçümseyip sakındırmak kibrin, kendini beğenmenin ve üstünlüğünü ortaya koymanın bir sonucu olabilir. Bazen de başkalarına karşı hoş görünerek bir gayeye ulaşmak söz konusu olabilri. Yahut ondan uzaklaşma ve nefretin, kendisinin mal veya şöhretini etkilemesi endişesiyle bu tavrı göstermeyebilir.

Bütün bunlar şeytanî bir takım tereddütlere işarettir ve ahiret ehlinin amellerinden uzaktır. Dinî şuuru yerinde olan herkes bu incelikleri seçmek ve bu durumları kontrol etmek için nefsiyle bir cihadın içindedir. Burada fetvayı verecek olan kişinin kendi kalbidir. Bazen hevasına uyarak hata eder, bazen de isabet eder. Fakat kişi kendisini bilir. Bazen de eğri gittiği halde kendisini Allah için gayret eden biri ve ahiret yolcusu zannedebilir.Rivayet edilmiştir ki, içki içen bir ayyaş Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda defalarca had cezası uygulanmasına rağmen fiiline devam ediyordu.

Sahabeden biri dedi ki:
“Allah ona lanet etsin, kaç defa cezalandırıldığı halde içmeye devam ediyor.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kardeşine karşı şeytana yardımcı olma. Ona lanet okuma.” Yahut buna benzer bir lafız kullandı.
Bu aynı zamanda yumuşaklığın, katılık ve haşinlikten daha iyi olduğuna işarettir. Sonuç olarak bu sınıftakinin hakkı, kınanmak, küçük düşürülmek, yüz çevirilmek ve dövmekle de olsa onu sakındırmaktır. Fakat bu sınıf, öncekilerden daha hafiftir.”

(Şa’ranî, Hukuku’l-Uhuvveti Fi’l-İslam s.228 vd.)

Tercüme: Ebu Muaz


4 Kasım 2016 Cuma

Namaz Kılmayanlarla Beraber Yaşamak!

Allâme Şeyh Muhammed b. İbrâhîm Âlu'ş-Şeyh rahimehullah'a mektub ile "namaz kılmayan kimselerle beraber yaşamak" hakkında sorulmuş, Şeyh şu cevabı yollamıştır:

Muhammed b. İbrâhîm'den, değerli kardeş Fahd b. Sâlih Kahtânî'ye (Allah onu esirgesin)

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Bundan sonra;

Hayat şartları sebebiyle, beş vakit namazlarını kılmayan insanlarla beraber yaşamaya mecbur kalan insan hakkında yazdığın yazı bize ulaştı. Bu kişi onların meskenlerinde, onlarla beraber yaşıyormuş. Hep beraber yiyor, içiyor ve geceliyorlarmış.

Bu insanların hükmünün ve onlarla beraber yaşayan kişinin hükmünün ne olduğunu sormuşsun.

Cevap: Lâ havle velâ kuvvete illa billah! Biz, Müslümanların arasında yaşayan bu tür insanların bulunduğunu hiç zannetmezdik. Onların yapmaları gereken, Allah'a dönüş yaparak O'na tevbe etmeleridir. Muhakkak ki tevbe kendisinden önce bulunan her şeyi siler. Onların bu hallerini bilen herkese düşen görev ise onlara nasihat etmeleri ve bu nasihatlerini sürekli tekrarlamalarıdır.

Şayet düzelmez iseler, Allah'a olan gayret ağır basar ve onların bu halleri yöneticilere havâle edilir. Aynı şekilde yöneticilere düşen görev, onlara karşı durmak, namaz ve İslam'ın diğer alâmetlerine onları mecbur tutmaktır.

Onlarla beraber yaşama meselesine gelince, bir insanın bunlara benzer insanlarla yaşaması câiz değildir. Tam aksine, onlara nasihatte bulunması ona vâciptir. Şayet düzelmezlerse onlardan ayrılır ve Allah'a itaat etmesinde kendisine yardımcı olacak başka arkadaşlar bulmaya çalışır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları gördüğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra kalk ve o zâlimler topluluğuyla beraber oturma." [En'am, 68]

Hadîste de şöyle buyrulur: "Kişi dostunun dîni üzeredir. O hâlde kimlerle arkadaşlık yaptığınıza dikkat edin!" [Ebû Dâvûd, 4833]

Allah'tır yegane yardımcı! Allah'ın selâmı üzerinize olsun.

[Fetâvâ ve Resâil Semâhatu'ş-Şeyh Muhammed ibni İbrâhîm (6/189)]

3 Kasım 2016 Perşembe

Ölüm Sana Gelmeden Önce Helallık Almalısın!


Ebu Hureyre (Allah Ondan razı olsun)den rivayet edildiğine göre peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı veya diğer bir hususla ilgili haksızlık varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmezden önce o kimseyle helallaşsın. Yoksa yaptığı zulüm oranında onun iyi amellerinin sevabından alınıp hak sahibine verilir.

Şayet iyiliği sevabı yoksa zulmettiği kardeşinin günahından alınarak haksızlık eden kimse üzerine yüklenir.”

(Buhari, Mezalim, 10)

1 Kasım 2016 Salı

Sıfat Âyetleri Müteşâbih midir?

Muhaddis Şeyh Nâsıruddîn el-Elbânî'ye soruldu:
Soru: Sıfat âyetleri müteşâbih âyetlerden midir, muhkem âyetlerden midir?
Cevap: Sıfat âyetleri bir yönden müteşâbih âyetlerdendir. Bu, keyfiyyetleriyle ilgili olan yönüdür. Diğer bir yönden de müteşâbih âyetlerden değildir. Bu da anlamlarının zâhir olması yönündendir. Yani bu âyetlerin anlamı Arap Lüğatinde bilinmektedir. O hâlde keyfiyyet i'tibâriyle müteşâbihtirler. Çünkü Allah'ın zâtının keyfiyyetini bilmemiz mümkün değildir. Buna bağlı olarak O'nun sıfatlarının keyfiyyetini de bilmemiz de mümkün değildir. İşte bundan dolayı hadîs imâmlarından biri –ki o Ebû Bekr el-Hatîb'dir.- şöyle der: 'Nefiy ve isbât yönünden sıfatlar hakkında zât hakkında söylenen söylenebilir.'  O hâlde nasıl zâtı isbât edip nefyetmiyorsak –çünkü bu nefiy mutlak inkârcılıktır- aynı şekilde sıfatlar hakkında da isbât eder, nefyetmeyiz deriz. Nasıl zât hakkında bir keyfiyyetlendirme yapmıyorsak, sıfatlar hakkında da keyfiyyetlendirme yapmayız.

Fetâvâ eş-Şeyh el-Elbânî fî'l-Medîne ve'l-İmârât (s: 16)
Dâru'z-Ziyâ Baskısı