31 Ekim 2013 Perşembe

Allah`tan başkası adına Yemîn etmenin hükmü..

Allah`tan başkası adına Yemîn etmenin hükmü..

el-Hasen ibn Muhammed radıyAllâhu anh`den, Rasulullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

"Allah`tan başkası adına yemin eden
veya İslam`dan başka bir din üzerinde olduğunu söyleyen bizden değildir."

| Mürsel. İbn Ebi Şeybe, Musannef, (7/549); Hallal, Sunne, (1456)|

İbn `Umer radıyAllâhu anhuma`dan, Rasulullâh sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

"Allah`tan başkası adına yemin eden küfre
girmiştir."
| Sahih. Hakim, Mustedrek, (1/65, 117); Humeydi, Musned, (2/280)|

Sa`d ibn Ubeyde şöyle demiştir;

"Ben İbn `Umer radıyAllahu anh`ın yanında idim. Bir adam Kâ`be adına yemin etti. Bunun üzerine İbn `Umer
radıyAllahu anh dedi ki; ` Sana yazıklar olsun! Böyle yapma! Zira Ben Rasulullâh sallAllahu `aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğunu işittim; `Kim Allah`tan başkası adına yemin ederse şirk koşmuştur.`

| Sahih. İbn Hibban, Sahih, (10/199); Hakim,
Mustedrek, (4/330); Ebu Davud, Sunen, (3251); Ahmed, Musned, (2/69, 82, 125); Bezzar, Musned, (12/22); Tayalisi, Musned, (2008), Taberani, Kebir, (13/205)|

Tirmizi de hadisin son kısmı, `küfre girmiş ya da şirke girmiştir.`
|Bkz. Sunen, (1535), Tirmizi hasen demiştir.|

Bureyde ibn Husayb radıyAllâhu anh`den,
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur; `Kim emanetle yemin ederse bizden değildir.`

| Sahih. Ebu Davud, Sunen, (3253); Ahmed, Musned, (5/352); İbn Hibban, Sahih, (10/205); Hakim, Mustedrek, (4/331); Beyhaki, Sunen, (10/30); Bezzar, Musned, (10/99); Deylemi, Musned, (5267);
Ebu`ş-Şeyh, Kerem ve`l-Cud, (96); İbn Asakir,
Tarih, (53/331)|

Bu sahih hadisler; Allah`tan başkası adına yemin etmenin insanı dinden çıkaran `Büyük Şirk` ve
`Büyük Küfür` olduğunu sarih ve kat`i bir şekilde göstermektedir. Aşağıda zikredilen sebeblerden ötürü bunu `Küçük Küfür` ve `Küçük Şirk`e hamletmek caiz değildir.

1. Bu hadislerde yer alan `küfür` ve `şirk` lafızlarını
`küçük küfür` ve `küçük şirk`e hamletmek için mutlaka sahih ve sarih bir karine olması
gerekmektedir. Zira Usul ilminin mukarrer
kaidelerinden bir tanesi şudur: Kur`an ve Sünnet`te geçen lafızlar ilk olarak dinde bilinen anlamlarına hamledilirler. Ancak ne zaman lafza dinde bilinen anlamını yüklemek imkânsızlaşırsa o zaman mecaz
ya da lugat anlamlarına hamletmek caiz olur ki, bunun içinde -daha önce de dediğim gibi- sahih ve sarih bir karinenin olması gerekir. Bu usul alimleri arasında ihtilafsız kabul edilmiş bir kaidedir. Örneğin `salat` lafzının lugat anlamı `dua` iken dinde bilinen anlamı `namaz`dır. Kur`an ve Sünnet`te geçen bütün `salat` ifadeleri öncelikle dinde bilinen `namaz` anlamına hamledilmelidir.
Ancak -alimlerin çoğunluğuna göre- Allah`a izafe edildiği zaman `rahmet`, meleklere izafe edildiği zaman `istiğfar`, mu`minlere izafe edildiği zamansa `dua` anlamına gelmektedir.

Nitekim Allah Te`âlâ şöyle buyurmuştur; `Şüphesiz, Allah ve melekleri Nebiyy`e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam
verin.` |Ahzab, 33/56|

Görüleceği üzere bu ayette salat lafzının dinde bilinen anlamına hamledilmesi manen mümkün değildir. Zira Allah`ın ve meleklerinin Nebi sallAllahu aleyhi ve sellem`e namaz kılması ve
mu`minlere de Nebi sallAllahu aleyhi ve sellem`e namaz kılmalarının emredilmesi manayı ifsat etmektedir.

İşte bu şekilde Kur`an ve Sünnet`te geçen lafızları dinde bilinen anlamlarından başka anlamlara hamletmek için karine olması gerekir. Delilsiz bir şekilde lafızları farklı anlamlara hamletmek kesinlikle hatadır.

İmam Şafi`i rahimehullah şöyle demiştir; `Zahirinin kastedilmediğini gösteren Kur`an`dan, Sünnet`ten veya icma`dan bir delil gelinceye kadar Kur`an zahiri üzeredir.`

|er-Risale, (580)|

İmam Hatib el-Bağdadi rahimehullah şöyle
demiştir; `Aksine bir delil olmadıkça hadisler
zahiri ve umumu üzere alınır.`|el-Fakih, (1/222)|

İmam Taberi rahimehullah şöyle demiştir; `Zahir anlamın terk edilerek doğruluğuna delil bulunmayan batın/gizli anlama geçilmesi caiz değildir.` |Cami`u`l-Beyan, (1/15)|

-Yukarıda zikredilen- Hadislerde yer alan `küfür` ve `şirk` lafızlarını dinden çıkarmayan `küçük küfür` ve `küçük şirk`e hamledecek bir delil olmadığı gibi
Allah`tan başkası adına yemin eden, yemin ettiği varlığı Allah`tan daha büyük gördüğü takdirde bunun büyük küfür we şirk olacağı` şeklinde yapılan te`vilin de hiçbir delili yoktur. Zira kaide, `Delil te`vil edilmeden zahiri üzere alınır.`

2. Bu hadislerde yer alan küfür we şirkin, büyük küfür ve şirk olduğunu gösteren karinelerden biri de şu rivayetlerdir;

Ebi Hureyre radıyAllahu anh`den, Rasulullah
sallAllahu aleyhi we sellem şöyle buyurmuştur; `Lat ve `Uzzâ`ya yemin eden hemen Lâ İlâhe İll`Allâh desin.`

|Sahih. Buhari, Sahih, (4/219, 7/97);
Muslim, Sahih, (2/1267); Ebu Davud, Sunen,
(3/222); Ahmed, Musned, (2/309)|

Yine Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem Lat ve `Uzzâ`ya yemin eden birine `Üç defa, `La İlahe İll`Allah` de` demesini emretmiştir. |Sahih. İbn Hibban, Sahih, (10/207)|

Bu hadislerde Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, Allah`tan başkası adına yemin edenlere `La İlahe İll`Allah` diyerek imanlarını yenilemelerini emretmektedir. Bunun sebebi ise Allah`tan başkası
adına yemin etmenin büyük şirk ve küfür
olmasından kaynaklanmaktadır. Şayet bu küçük küfür ve şirk olsaydı keffaret olarak `La İlahe İll`Allah`ın telaffuzu emredilmezdi. Çünkü büyük küfür ve şirk `La İlahe İll`Allah`ı bozan unsurlardandır küçük küfür ve şirk değil!.

3. Bu hadislerde yer alan küfür ve şirkin büyük küfür ve şirk olduğuna delalet eden karinelerden birisi de şudur; Sahabeler bu hadiste yer alan küfür ve şirki büyük küfür ve şirk olarak anlamışlardır.

İbn `Abbas, İbn `Umer ve İbn Mes`ud radıyAllahu anhum şöyle demişlerdir; `Allah adına yalan yere yemin etmem, Allah`tan başkası adına doğru bir hususta yemin etmemden iyidir. Zira Allah`tan
başkası adına yemin etmek şirktir. Şirk ise
yalandan daha büyüktür.`

|Bkz. İbn Teymiyye, Fetava, (1/204); Bu ma`nada yine İbn Mes`ud radıyAllahu anh`ın bir sözü için bk. Taberani, Kebir, (9/205)|

İbn `Abbas, İbn `Umer we İbn Mes`ud radıyAllahu anhum`un bu sözleri Allah`tan başkası adına yemin etmenin büyük şirk olduğunu göstermektedir. Zira
Sahabeler, bunu küçük şirk/büyük günah olan yalandan daha büyük görmüşlerdir.!

Ka`b el-Ahbar rahimehullah şöyle demiştir;
`Şüphesiz sizler; babana yemin olsun ki, Ka`be`ye yemin olsun ki, hayatına yemin olsun ki ve bunun gibi şeyler demekle şirk işliyorsunuz. Sadece Allah`a yemin edin edin, başkasına değil!`

|Sahih maktu. İbn Ebi`d-Dunya, Samt, (358)|
Bu gerekçelerden dolayı Allah`tan başkası adına yemin etmek büyük şirk ve küfürdür. Aksi ispat edilinceye kadar inancım budur.!
Hamd ve Hüküm sadece Allah`ındır.

Ebû Huzeyfe es-Seyhânî..

İmanın manası

  بســـم الله الرحمن الرحيم
  
   
İmanın manası
  
   
"İmân" kelimesi tek olduğunda zâhîrî (görünen) ve bâtınî ameller, onun anlam örgüsüne girer.
İman şöyle tanımlanmıştır.
"İman söz ve amelden ibarettir." Yani:
1 - Kalbin ve
2 - Dilin sözü,
3 - Kalp ve
4 - Organların amelidir.
Nitekim Buhârî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurmuş Rasûlullah (s.a.v.):
"İman, yetmiş parçadan müteşekkil bir dizgedir.
En yücesi, "Lâ ilâhe İllallah -Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilah yoktur-" sözüdür.
En düşük değerde olanı ise yol üzerinde, insanlara zarar veren nesneleri yok etmektir. Haya imandan bir parçadır." (Hadisin aslı da tam tamına böyledir. Müslim, hadisi iman bölümünde nakletmiş)
Aynı konuyu âyet-i kerîme şöyle açıklamıştır:
"Gerçekten iman eden o kimselerdir ki, Allah'a ve elçisine iman ettiler, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte sâdık olanlar yalnızca onlardır." (Hucurât, 49/15)
Diğer bir âyet aynı konuyu şöyle işlemekte:
"Gerçekte iman edenler yalnızca şu kimselerdir ki: Allah anıldığında kalpleri titrer; O'nun âyetleri, kendilerine okunduğunda imanlarını artırırlar ve yalnızca Rab'lerine güvenirler."
"Ayrıca onlar namazı dosdoğru kılarlar; kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler."
"İşte gerçek inananlar onlardır." (Enfâl, 8/2-4)
Başka bir âyette ise:
"Mü'minler o kimselerdir ki Allah'a ve peygamberlerine inanmışlardır. Rasûlullah ile beraber bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezler." (Nûr, 24/62)
Allah Resûlü'nün Abdulkays'ın elçilerine söylediği gibi, "Mutlak iman" kavramına, "İslâm" kavramı da dahildir. Sözgelişi Rasûlullah şöyle buyurmaktadır:
"Size Allah'a iman etmeyi emrediyorum; Allah'a iman etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?
-"Lâ ilâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah'a" -Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna-" şehâdet etmek,
- Namazı kılmak,
- Zekâtı vermek,
- Ganimet olarak aldıklarınızdan beşte birini vermenizdir."
(Buhârî, Kitab-ül-İman, c. 1, s. 19; Kitab-ül-İlim, c. I, s. 30; el-Âhâd, c. VIII, 136 Müslim, Kitab-ül-İman, c. 1, s. 47; Beyhâkî Şu'ab'ül-İman, H. No 18)
Buradan hareketle Selef:
"Her mü'min, müslümandır, ancak her Müslim mü'min değildir." demiştir.
Fakat "iman" kavramı "amel" veya "İslâm" kavramlarıyla birlikte kullanıldığında şu âyette buyurulduğu gibi araları ayrılır:
"Onlar ki iman etti ve sâlih amel ettiler."
Bu tür ifadeler Kur'ân'ın birçok yerinde kullanılmıştır.
Öte yandan, Cebrail'in kendisine sorması üzerine Rasûlullah "İslâm", "iman" ve "ihsan" kavramlarını şu şekilde açıklamıştır:
"İslâm: 
- Allah'tan başka kulluk (ibadet) yapılacak bir mabud , merci bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasulu olduğuna şehâdet etmek,
- Namazı dosdoğru kılmak,
- Zekâtı vermek,
- Ramazan orucunu tutmak ve
- Gücün varsa Hac yapmaktır (Kabe'yi ziyaret etmektir.)"
(Buhari, c.1, s. 18; Müslim, c. 1, s. 39; Ebû Hüreyre'den. Ancak Müslim aynı hadisi tek olarak Ömer b. Hattâb'dan, aynı koşullar ile rivayet etmiştir. Geniş açıklama için bkn. Şu'ab-ül-İman, s. 19)
Rasûlullah'ın bu açıklaması üzerine Cebrail (a.s.) yine soruyor:
"O zaman iman nedir?"
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle cevaplıyor bu soruyu da:
"Allah'a iman etmek,  
- Meleklerine,
- Kitaplarına,
- Peygamberlerine,
- Ahiret gününe (Öldükten sonra yeniden dirilmeye),
- Kadere (O'nun hayrına ve şerrine), hayrın da şerrin de yaratıcısının Allah olduğuna iman etmektir.  "
Son olarak:
"İhsan nedir?" sorusunu soruyor Cebrail (a.s.).
Rasûlullah bu soruyu şöyle bir tanımla cevaplıyor:
"İhsan", Sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na itaatla kulluk / ibâdet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da, O'nun seni gördüğünü bilmelisin"
Bu hadiste "İslâm", "iman" kavramlarının arası, ikisi de birbirine yakın anlamlar içerdiği için ayrılmıştır. Ve burada "İslâm" kavramı, tek başına kullanıldığı için "İman" kavramına dahil edilmiştir:
"Amel" kavramı da bunun gibidir. Çünkü yukarıdaki hadiste söz konusu edilen "İslâm" kavramı "amel" den kaynaklanır. Ayrıca görünürde yapılan eylem / amel, kalbin imanın ve onun gerekli kıldığının bir göstergesidir.
Kalpte iman vücut bulduğu zaman buna bağlı olarak organlarda da imanın alametlerinin tezahür etmesi zaruridir.
Kalbin imanı denildiğinde, bunun kalbin tasdiki ve boyun eğmesinden kaynaklanması demektir. Şayet böyle değil de, bir kimse, kalbi ile Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğunu tasdik ettiği halde,Ona buğzediyor, Onu kıskanıyor ve O'na uymayı kendisine yediremiyorsa, o kimsenin kalbi gerçek anlamda iman etmiş değildir.
"İman" kelimesi "tasdik" anlamını içeriyorsa da, onunla eş anlamlı değildir. Sözgelişi bir olguyu tasdik eden herkese, o kişi, tasdik ettiği olguya iman etmiştir, denilemez. Öte yandan eğer bir kimse:
"Ben "bir" in, "iki" nin yarısı olduğunu; göğün üstümüzde, yerin altımızda olduğunu vb. insanların gözlemlediği ve bildiği şeyleri tasdik ederim." derse, o kimse tasdik ettiği şeye iman etmiştir, denilmez. Aksine "iman" kavramı, sadece gaybî olgular hakkında verilen haberlerin tasdik edilmesi halinde, muhtevasına uygun anlamım ifade etmiş olur. Hz. Yusuf un kardeşlerinin sözlerinde olduğu gibi.
"Sen bize iman etmezsin biz doğru olsak bile" (Yusuf, 12/17)
Zira, onlar, Hz. Yakub'a, kendisinin görmediği birşeyi haber vererek, O'na iman edenle, Onunla iman eden arasını ayırt ediyorlar. Bunlardan birincisi, haber veren için söylenir, ikincisi ise, kendisi ile haber verilen için kullanılır. Yusuf un kardeşlerinin söylediği gibi:
"Sen bize inanmıyorsun."
Başka bir âyette bu meseleye şöyle değiniliyor:
"Kavminden genç bir nesil hariç Musa'ya inanmadılar." (Yunus, 11/83)
"İçlerinden bir kısmı da peygambere sıkıntı verirler: O her söyleneni dinleyen bir kulaktır," derler. De ki: "O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah 'a inanır, mü'minlere inanır." (Tevbe, 9/61)
Görüldüğü gibi âyette Allah'a iman etmekle, mü'minlere inanma kavramları ayırdedilmiştir. Anlatılmak istenen, mü'minler, birşeyi haber verdikleri zaman doğrulamasıdır.
Allah'a inanmasına gelince; bu O'nu "ikrar" etmesi babındandır.
Cenâb-ı Hakkın Fir'avn ve ileri gelenleri hakkındaki sözü de bu bağlamdadır:
"Bizim gibi iki beşer olana mı inanacağız." (Mümin'ûn, 23/47)
Yani onların ikisinin doğruluğunu mu ikrar edip, tasdik edeceğiz, demektir.
Bu muhtevada olan bir diğer âyet ise şudur:
"Şimdi ey mü'minler, bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grub vardır ki, Allah'ın kelâmını duyarlar da, düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi." (Bakara, 2/75)
Diğer bir örnek:
"Bunun üzerine Lût ona inandı ve kavmine dedi ki: "Ben Rabb'imin buyurduğu yere göçeceğim." (Ankebût, 29/26)
"İman" kavramının başka bir kullanım biçimi de şu âyettir:
"Onlar ki gayba (görüp gözlemleyemediklerine) inanırlar." (Bakara, 2/3)
Şu âyet de bu kavramın kullanılmasına diğer bir örnektir:
"Resul, Rabb'inden kendisine indirilene iman etti, mü'minler de hepsi birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine inandılar. Resullerden hiçbirisini diğerinden ayırmayız." (Bakara, 2/285)
Aynı paralelde diğer bir misâl:
"Birr (ergenlikte son noktayı bulmak) Ancak o kimsenin birre ulaşmasıdır ki: "Allah'a âhiret gününe, meleklere, kitaba ve Peygamberlere inandı." (Bakara, 2/177)
Yani bu ilkeleri ikrar ettiler. Buna benzer ifadeler, Kur'ân'ın birçok yerinde yer almıştır.
  
   

30 Ekim 2013 Çarşamba

Bereket Neden Gitti?

Şeyh Muhammed Nasıruddin el-Elbanî rahimehullah


Tercüme: Ebu Muaz

Cabir b. Abdillah radıyallahu anhuma’dan: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Biriniz yemek yediği zaman elini yalamadan veya yalatmadan silmesin. Tabağını yalamadan veya yalatmadan kaldırmasın. Zira bereket yemeğin sonundadır.” Sahihtir. Bkz.: es-Sahiha (391)

Bu hadiste yemek yemenin farz olan edeplerinden güzel bir edep vardır. Dikkat edin, o parmakları yalamak ve tabağı bunlarla sıyırmaktır. Nitekim bugün Müslümanların çoğu yaratıcılarını itiraf edip O’nun nimetlerine şükretmeyen kafir Avrupalıların adetlerinden ve onların maddeciliğe dayalı edeplerinden etkilenerek buna karşı çıkmaktadırlar. Müslümanların onları bu konuda taklit etmekten sakınmaları gerekir. Aksi halde onlardan olurlar. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa onlardandır” buyurmuştur. Yemek esnasında ağzını ve parmaklarını silmek için peçete kullanmamalısın!
Ben bunun ancak farz olduğunu söylüyorum! Zira Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in emri ve bunun terk edilmesini yasaklaması bu hükmü gerektirir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine uy, yasaklarından sakın ve mü’min ol! Bilerek veya bilmeyerek Allah’ın yolundan çevirmeye çalışanların alay etmelerine aldırma!
Cabir b. Abdillah radıyallahu anhuma’dan: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Biriniz yemek yerken lokması elinden düşerse onu temizlesin ve yesin. Şeytana bırakmasın. Elini yalamadıkça mendil ile silmesin. Zira kişi yemeğinin hangi kısmının kendisine bereketli olacağını bilemez. Şüphesiz şeytan insanları – veya insanı – her konuda gözetler. Hatta yiyeceğinde ve yemek yemesinde dahi gözetler. Tabağı yalamadıkça veya yalatmadıkça kaldırmayın. Zira yemeğin sonunda bereket vardır.” Sahihtir. Bkz.: es-Sahiha (1404)

Bugün Müslümanların çoğunun, özellikle de batı adetlerinden etkilenen ve Avrupayı taklit edenlerin şeytanın sırtını mallarının bir kısmıyla sıvazladıklarını, bunu düşmanlıkla da değil, bilakis kendi tercihleriyle yaptıklarını görmek gerçekten çok üzücüdür! Bunu ancak sünneti bilmemelerinden
veya ihmalkârlıklarından yapmaktadırlar. Sofralarında nasıl ayrı ayrı durduklarını görmüyor musun? Onlardan her biri  - zaruret olmadığı halde – kendisine özel ayrı tabaklarda yemek yiyorlar. En azından yan komşusuyla bile ortak yemiyorlar. Bu ise hadise aykırıdır.
(Hadiste: “Yemeğinizi birleşerek yeyin, üzerine Allah Teala’nın ismini zikredin ki Allah size bereketli kılsın” buyrulmuştur. Bkz. Es-Sahiha 664)

Yine onlardan birinin lokması düşse onu alıp temizlemesi ve yemesi gerekir. Nitekim onların arasında bulunan, laik geçinen felsefeciler, o lokmanın mikroplarla kirlendiği iddiasıyla onu yemenin caiz olmadığını söylerler! Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Ona bulaşanı temizleyip yesin, şeytana bırakmasın” hadisine muhalefet ederler! Sonra onlar parmaklarını yalamazlar! Bilakis onların çoğu bunu zevksizlik ve yemek yeme edebini çiğnemek olarak kabul ederler! Bu yüzden sofralarına ince kağıtlardan yapılmış ve peçete denilen mendiller koyarlar! Onlardan biri parmağında veya ağzında iğrenç bir şey gördüğünde bu hadise muhalefet ederek hemen bu mendillere sarılır!
Tabağı yalamaya gelince, burada yalamakla kastedilen, tabağın üzerindekileri parmaklarla sıyırıp yalamaktır. Şüphesiz onlar bunu son derece ayıplarlar. Bunu yapana cimrilik, yemekte açgözlülük gibi sıfatlar nispet ederler. Bu hadisi işitmeyen kimselere şaşılmaz. Onlar cahillerdir. Asıl şaşılacak olanı, bu hadisi bildikleri halde onlara uyum sağlayan ve onlara yağcılık edenlerin durumudur!
Sonra da herkes kazançlarından ve rızıklarından bereketin kalktığını şikâyet ediyor! Kendilerine bolluk gelse dahi farkına varamıyorlar! Bunun sebebi peygamberlerinin sünnetine tabi olmaktan yüz çevirmeleri ve dinlerinin düşmanlarını hayat tarzlarında ve yaşantılarında taklit etmiş olmalarıdır! Ey Müslümanlar! Sünnete uyun sünnete!
“Ey îman edenler! Sizi, size hayat verecek şeye davet ettiklerinde Allah'a ve Rasûlüne icabet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz, mutlaka O'na varıp toplanacaksınız.” (Enfal 24)

29 Ekim 2013 Salı

RASÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM'İN NESEBİ ZEVCELERİ VE ÇOCUKLARI

RASÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM'İN NESEBİ ZEVCELERİ VE ÇOCUKLARI


Soru: Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Adnan'a kadar kaç dedesi vardır?

Cevap: Yirmibirdir.
- Abdullah,
- Abdulmuttalip,
- Haşim,
- Abdimenaf,
- Kusay,
- Kilap,
- Murra,
- Kağb,
- Ğurra,
- Galip,
- Fihr,
- Mâlik,
- Elnadr,
- Kinane,
- Huzeyme,
- İlyas,
- Mudar,
- Nizar,
- Meğed,
- Adnan.

Soru: Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in çocukları kimdir?

Cevap:

Oğulları:

- Kasım,

- Abdullah,

- Tayyip,

- İbrahim.

Kızları:

- Zeynep,

- Rukayye,

- Ümmü Gülsüm,

- Fatıma tüz-Zehra'dır.

İbrahim hariç diğer bütün evlâtları Hz. Hatice anamızdan olmuştur. İbrahim ise, Hz. Mariye Kıbtiye'den olmuştur.

Soru: Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in zevceleri kimdir?

Cevap:

- Hz. Hatice,
- Sevde,
- Aişe,
- Hafsa,
- Ümmü Seleme,
- Haris kızı Cüveyriye,
- Cahş kızı Zeynep,
- Hüzeyme kızı Zeynep,
- Zeyd kızı Rukane,
- ebu Süfyan kızı Ümmü Habibe,
- Hıvey kızı Safiye,
- Haris kızı Meymune. Allah-u Teâlâ hepsinden razı olsun.

Soru: Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefat ettiğinde hanımlarından hangisi sağ bulunmaktaydı?

Cevap:

- Hz. Aişe,
- Meymune,
- Safiye,
- Hafsa,
- Zeynep,
- Cüveyriye, ve
- Sevde sağ bulunmaktaydılar

HERKESİN BİLMESİ GEREKEN DÖRT MESELE


HERKESİN BİLMESİ GEREKEN DÖRT MESELE

Soru: Herkesin bilmesi gereken (Farzı-ayın) dört mesele nedir ?
Cevap:
1 - İlim: Yani Allah'ı, Peygamber'i ve İslâm dinini delille bilmek.
2 - Amel: Bu ilimle amel etmek.
3 - Buna davet etmek.
4 - Davet sırasında görülen eziyetlere sabretmek.
Soru: Bunun Kur'an'ı Kerim'den delili nedir ?
Cevap:
"Zamana and olsun ki insan hiç şüphesiz hüsrandadır. Ancak iman edip, salih amel işleyenler ve birbirlerine Hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır." (Asr, 1-3)
Soru: Bu sure hakkında Şafıi Rahmetullahi Aleyh ne dedi?
Cevap: "Allah başka hiç bir sure indirmeseydi bu sure insanlara yeterdi" dedi.
Soru: Amel ve tebliğ ilimden öncemi yoksa sonra mıdır?
Cevap: Buhari Rahmetullahi Aleyh "ilim amelden öncedir" dedi.
"Ey Muhammed! Bil ki Allah'tan başka ibâdete layık İlâh yoktur, kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile." (Muhammed 19)
"Bu âyeti kerimede Cenabı Hak ilim yapmayı amel ve tebliğ etmekten evvel söyledi" dedi.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Kısa Hadisler


Kısa Hadisler


لدِّينُ النَّصِيحَةُ قُلْنَا لِمَنْ يَا رَسُولَ اللَّهِ ؟ قَالَ لِلَّهِ وَلِكِتَابِهِ وَلِرَسُولِهِ وَلأئِمَّةِ الْمُسْلِمِينَ

وَعَامَّتِهِمْ


* ALLAH Rasûlü Din nasihattır samimiyettir buyurdu. Kime Yâ Rasûl? diye sorduk. O da Allaha, Kitabına, Peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün müslümanlara diye cevap verdi *


[Müslim, İmân]



اَلإِسْلاَمُ حُسْنُ الْخُلُقِ


* İslâm, güzel ahlâktır *


[Kenzül Ummâl]



مَنْ لاَ يَرْحَمِ النَّاسَ لاَ يَرْحَمْهُ اللَّهُ


* İnsanlara merhamet etmeyene ALLAH merhamet etmez *


[Müslim - Tirmizî]



يَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّرُوا


* Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz *


[Buhârî – Müslim]



إنَّ مِمَّا أدْرَكَ النَّاسُ مِنْ كَلاَمِ النُّبُوَّةِ


إذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ


* İnsanların Peygamberlerden öğrendikleri sözlerden biri de Utanmadıktan sonra dilediğini yap! Sözüdür *


[Buhârî – EbuDâvûd]



اَلدَّالُّ عَلىَ الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ


* Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir *


[ Tirmizî ]



لاَ يُلْدَغُ اْلمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ مَرَّتَيْنِ


* Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz.Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez *


[Buhârî – Müslim]



اِتَّقِ اللَّهَ حَـيْثُمَا كُنْتَ وَأتْبِـعِ السَّـيِّـئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا


وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ


* Nerede olursan ol Allaha karşı gelmekten sakın yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran *


[Tirmizî]



إنَّ اللَّهَ تَعَالى يُحِبُّ إذَا عَمِلَ أحَدُكُمْ عَمَلاً أنْ يُتْقِنَهُ


* ALLAH, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur *


[Taberânî – Mucemül Evsat – Beyhakî]



اَلإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً أفْضَلُهَا قَوْلُ لاَ إِلهَ إِلاَّاللَّهُ وَأدْنَاهَا إِمَاطَةُ اْلأذَى عَنِ الطَّرِيقِ وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ اْلإِيـمَانِ


* İman, yetmiş küsur derecedir. En üstünü Lâ ilâhe ill Allahtan başka ilah yoktur sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır *


[Buhârî – Müslim]



مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أضْعَفُ اْلإِيـمَانِ


* Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir *


[Müslim - Ebû Dâvûd]



عَيْنَانِ لاَ تَمَسُّهُمَا النَّارُ عَيْنٌ بَـكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَعَيْنٌ


بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ


* İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz ALLAH korkusundan ağlayan göz, bir de gecesini ALLAH yolunda, nöbet tutarak geçiren göz *


[Tirmizî ]



لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ


* Zarara zararla karşılık vermek yoktur *


[İbn Mâce – Muvatta]



لاَ يُؤْمِنُ أحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ


* Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz *


[Buhârî – Müslim]



اَلْمُسْلِمُ أخُو الْمُسْلِمِ لاَ يَظْلِمُهُ وَلاَ يُسْلِمُهُ مَنْ كَانَ فِي حَاجَةِ أخِيهِ كَانَ اللَّهُ فِي حَاجَتِهِ وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللَّهُ عَنْهُ بِهَا

كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِمًا سَتَرَهُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ


* Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmanına teslim etmez. Kim, mümin kardeşinin bir ihtiyacını giderirse ALLAH da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple ALLAH da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanın kusurunu örterse, ALLAH da Kıyamet günü onun kusurunu örter *


[Buhârî – Müslim ]



لاَ تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلاَ تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا


* İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız *


[Müslim – Tirmizî ]


اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ النَّاسُ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ


* Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. *


[Tirmizî – Nesâî ]



لاَ تَبَاغَضُوا وَلاَ تَحَاسَدُوا وَلاَ تَدَابَرُوا وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إخْوَانًا


وَلاَ يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أنْ يَهْجُرَ أخَاهُ فَوْقَ ثَلاَثِةِ اَيَّامٍ


* Birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin ey ALLAHın kulları, kardeş olun. Bir müslümana, üç günden fazla din kardeşi ile dargın durması helal olmaz. *


[Buhârî]



إنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إلَى الْبِرِّ وَ إنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إلَى الْجَنَّةِ وَإنَّ الرَّجُلَ لَيَصْدُقُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللَّهِ صِدِّيقًا وَ إنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إلَى الْفُجُورِ وَ إنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إلَى النَّارِ وَ إنَّ الرَّجُلَ لَيَـكْذِبُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللَّهِ كَذَّابًا


* Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye ALLAH katında sıddîk doğru sözlü diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye ALLAH katında kezzâb çok yalancı diye yazılır *


[Buhârî – Müslim]



لاَ تُمَارِ أخَاكَ وَلاَ تُمَازِحْهُ وَلاَ تَعِدْهُ مَوْعِدَةً فَتُخْلِفَهُ


* Mümin kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme *


[Tirmizî]



تَبَسُّمُكَ فِي وَجْهِ أخِيكَ لَكَ صَدَقَةٌ وَأمْرُكَ بِالْمَعْرُوفِ وَ نَهْيُكَ عَنِ الْمُنْكَرِ صَدَقَةٌ وَإِرْشَادُكَ الرَّجُلَ فِي أرْضِ الضَّلاَلِ لَكَ صَدَقَةٌ وَإِمَاطَتُكَ الْحَجَرَ وَالشَّوْكَ وَالْعَظْمَ عَنِ الطَّرِيقِ لَكَ صَدَقَةٌ


* Mümin kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır *


[Tirmizî]



إِنَّ اللَّهَ لاَ يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأمْوَالِكُمْ وَلـكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأعْمَالِكُمْ


* ALLAH sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar *


[Müslim - Ahmed b. Hanbel]



رِضَى الرَّبِّ في رِضَى الْـوَالِدِ وَسَخَطُ الرَّبِّ في سَخَطِ الْـوَالِدِ


* ALLAHın rızası, anne ve babanın rızasındadır.

ALLAHın öfkesi de anne babanın öfkesindedir *


[Tirmizî]



ثَلاَثُ دَعَوَاتٍ يُسْتَجَابُ لَهُنَّ لاَ شَكَّ فِيهِنَّ


دَعْوَةُ الْمَظْلُومِ، وَدَعْوَةُ الْمُسَافِرِ ، وَدَعْوَةُ الْوَالِدِ لِوَلَدِهِ


* Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir

Mazlumun duası, misafirin duası ve babanın evladına duası *


[İbn Mâce]



مَا نَحَلَ وَالِدٌ وَلَدًا مِنْ نَحْلٍ أَفْضَلَ مِنْ أدَبٍ حَسَنٍ


* Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir

hediye veremez *


[Tirmizî]



خِيَارُكُمْ خِيَارُكُمْ لِنِسَائِهِمْ


* Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır *


[Tirmizî]



لَيْس مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا


* Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı

göstermeyen bizden değildir. *


[Tirmizî - Ebû Dâvûd]



كَافِلُ الْيَتِيمِ لَهُ أوْ لِغَيْرِهِ أنَا وَ هُوَ كَهَاتَيْنِ فيِ الْجَنَّةِ وَأشَارَ بِالسَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى


* Peygamberimiz işaret parmağı ve orta parmağıyla işaret ederek Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yanyanayız buyurmuştur *


[Buhârî – Müslim]



اِجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ قَالُوا يَا رَسُولَ للهِ وَمَا هُنَّ قَالَ اَلشِّرْكُ بِاللَّهِ وَالسِّحْرُ وَ قَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إلاَّ بِالْحَقِّ وَأكْلُ الرِّبَا وَأكْلُ مَالِ اْليَتِيمِ وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلاَتِ الْمُؤْمِنَاتِ


* İnsanı helâk eden şu yedi şeyden kaçının. Onlar nelerdir ya Resulullah dediler. Bunun üzerine Allaha şirk koşmak, sihir, ALLAHın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, suçsuz ve namuslu mümin kadınlara iftirada bulunmak buyurdu. *


[Buhâri – Müslim]



مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلاَ يُؤْذِ جَارَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أوْ لِيَصْمُتْ


* Allaha ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allaha ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allaha ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun *


[Buhârî – Müslim]



مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوصِينِي بِالْجَارِ حَتَّى ظَنَنْتُ أنَّهُ سَيُوَرِّثُهُ


* Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki ben ALLAH Teâlâ komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim *


[Buhârî – Müslim]



اَلسَّاعِي عَلَى الأرْمَلَةِ وَالْمِسْكِينِ كَالْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ


أوِ الْقَائِمِ اللَّيْلَ الصَّائِمِ النَّهَارَ


* Dul ve fakirlere yardım eden kimse, ALLAH yolunda cihad eden veya gündüzleri nafile oruç tutup, gecelerini nafile ibadetle

geçiren kimse gibidir *


[Buhârî – Müslim]



كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ


* Her insan hata eder.Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir *


[Tirmizî - İbn Mâce]



عَجَبًا لأمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْس ذَاكَ لأحَدٍ إِلاَّ لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَـكَرَ فَـكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَـكَانَ خَيْرًا لَهُ


* Müminin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır Onun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe nimete kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa musibete uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur *


[Müslim]



مَنْ غَشَّـنَا فَلَيْس مِنَّا


* Bizi aldatan bizden değildir *


[Müslim]



لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ نَمَّامٌ


* Söz taşıyanlar cezalarını çekmeden ya da affedilmedikçe

cennete giremezler. *


[Müslim – Tirmizî]



أعْطُوا الأجِيرَ أجْرَهُ قَبْلَ أنْ يَجِفَّ عَرَقُهُ


* İşçiye ücretini, alnının teri kurumadan veriniz *


[İbn Mâce]



مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْسًا أوْ يَزْرَعُ زَرْعًا فَيَـأكُلُ مِنْهُ


طَيْرٌ أوْ إِنْسَانٌ أوْ بَهِيمَةٌ إِلاَّ كَانَ لَهُ بِهِ صَدَقَةٌ


* Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır *


[Buhârî – Müslim]



إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ


وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ ألاَ وَهِيَ الْقَلْبُ


* İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir *


[Buhârî – Müslim]



اِتَّقُوا اللَّهَ رَبَّـكُمْ وَصَلُّوا خَمْسَـكُمْ وَصُومُوا شَهْرَكُمْ وَأدُّوا زَكَاةَ أمْوَالِكُمْ وَأطِيعُوا ذَاأمْرِكُمْ تَدْخُلُوا جَنَّةَ رَبِّـكُمْ


* Rabbinize karşı gelmekten sakının, beş vakitnamazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekatını verin, yöneticilerinize itaat edin. Böylelikle Rabbinizin cennetine girersiniz *


[Tirmizî]



27 Ekim 2013 Pazar

Rasûle İtaat Allah'a İtaattir


 

  بســـم الله الرحمن الرحيم

  
   

Rasûle itaat Allah'a itaatir

  
   

Resûl'e itaat farzdır; çünkü kim Resûl'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir;

- Helâl O'nun helâl kıldığı,

- Haram O'nun haram kıldığı,

- Din, O'nun teşri ettiği (kanun ve şeriat olarak kabul ettiği) dir.

Resûl'ün dışında kalan âlimler, şeyhler, idareciler ve krallara, ancak onlara itaat Allah için olduğu zaman itaat gereklidir.

Bu kimseler, Allah ve Resulü onlara itaat emrettiği zaman, onlara itaat edildiğinde Resûl'e itaat kapsamına girer.

Allah konuyu şu şekilde belirlemiştir:

"Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman etmişseniz onu Allah’a ve Rasulüne götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa, 4/59)

Âyette: "Etî'ûr-Resûl ve etîû ulil-Emri minkum" denilmemiş.

Çünkü burada ulûlemre itaat, Resûl'e itaat kapsamına dahil edilmiştir. Resûl'e itaat ise gerçekte Allah için itaattir.

Âyette, Resûl'e itaat hususunda "etîû" fiili tekrarlanırken ulûlemre itaat konusunda tekrarlanmamıştır. Çünkü kim Resûl'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Zira bir kimsenin, Resul bir şeyi buyurduğunda o şeyi Allah'ın emredip emretmediğini sorgulaması gerekli değildir.

Ulûlemr ise bunun tersinedir. Çünkü onların bazan Allah'a isyan ile emrettikleri olur. Bu yüzden onlara her itaat eden kimse gerçekte Allah'a itaat etmiş değildir.

Yalnızca, Allah'a isyan olmadığı kesinlikle bilindiği, emredileni Allah'ın emredip emretmediğine bakıldıktan sonra, onların emrettiklerine itaat edilir.

Bu kimselerin ulemadan ya da idarecilerden olan emir sahiplerinden olmaları bu hakikati değiştirmez.

Âlimlerin taklid edilmesi, diğer saygın iktidar sahibi emir sahiplerine itaat da bu yasa kapsamına dahildir. Ancak bu uygulama neticesinde din tamamen Allah'a ait kılınmış olur.

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Fitne tamamen yok oluncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın." (Enfâl, 8/39)

Öte yandan Rasûlullah da şöyle buyurmaktadır:

"Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a soruldu:

Ey Allah'ın elçisi! Kişi şecaat arzetmek için savaşır; kızgınlık ve gayret için savaşır; riya için savaşır; şimdi bu durumda bunlardan hangisi Allah yolundadır? Rasûlullah şu cevabı vermiş:

"Kim, Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa işte yalnızca o Allah yolundadır."

(Buhari, Kitab-ül-İlim, c. I, s. 40; Kitab-üt-Tevhîd, c. VIII; Müslim, Kitab-ül-İmâre, c. II, s. 1512-1513, H. No 1904; Tirmizî, K. Fezail-ül-cihad, c. IV, s. 179, H. No 1646; İbn Mâce, K. Cihâd, c. II, s. 931, H. No 2783; Ahmed, el-Müsned, c. IV, s. 397-405, 417; Beyhâkî,Sünen, c. IX, s. 167-168)

Gerçekte insanların çoğu bir halifeyi bir âlimi, bir şeyhi ya da bir idareciyi öylesine severler ki onu Allah'a eş koşar. Her ne kadar o kimseyi Allah için sevdiğini iddia etse de işin aslı budur.

Her kim Resûl'den başkasını, Allah'ın ve Resûlü'nün emirlerine ters olduğunu bile bile her emrettiği ve yasakladığı konuda itaat edilmesi gerekli birisi olarak bellerse, işte o kimseyi Allah'a ortak / şirk koşmuştur.

Belki de o kimse, hıristiyanların Mesih'e yaptıkları gibi, o kimseye duâ eder, o kimseden imdat ister ve onun dostlarını veli edinir, düşmanlarına düşmanlık eder. Her emrettiği ve her yasakladığı konuda helâl ve haram olarak belirlediği meselelerde itaati gerekli görür. Böylelikle söz konusu kimseyi Allah'ın ve Resûl'ün yerine koyar.

İşte bu Mesih'in yandaşlarının içine düştüğü şirktir.

Nitekim şu âyet-i kerîmede buna işaret edilmiştir:

"İnsanlardan kimileri, Allah'tan başka ortaklar edinerek, Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah 'ı severler." (Bakara, 2/165)

Aslında "tevhid" ve "şirk" kalpten kaynaklanan söz ve görüşler ile yine kalpten kaynaklanan amellerde olur.

Bunun için Cüneyd (Bağdadî) şöyle demiş:

"Tevhid, kalbin sözü ve görüşü, tevekkül ise kalbin amelidir."

Cüneyd bu sözü ile şunu demek istemiş:

"Tevhid, tasdikten ibarettir. Tasdiki, tevekküle yakın bulduğu için Cüneyd, tevekkülü tasdikin temeli kılmıştır."

Zira tevhid kelimesi tek kaldığında bu durumda kalbin sözünü ve eylemini / amelini de içerir. Tevekkül ise, tevhidin tamamlayıcısıdır.

  

26 Ekim 2013 Cumartesi

Deyyusluk/Karısını Kıskanmayan

Deyyusluk/Karısını Kıskanmayan

Abdullah ibni Ömer (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Üç sınıf insana Allah cenneti haram kılmıştır:
1) İçki mübtelası,
2) Anne ve babasına kötülük eden ve
3) Âilesinde fuhşa göz yuman deyyus’ buyurdu.”

Ahmed Müsned 2/69, Albânî Sahihu’l-Cami 3533

Deyyusluğun çağımızdaki bir örneği de evden bir kadının veya kızın, yabancı bir erkekle telefonlaşarak kur yapma olarak adlandırılan karşılıklı konuşmalarına göz yummaktır. Evindeki kadınların birinin mahremi olmayan yabancı bir erkekle yalnız kalmasına razı olmaktır.
Ayrıca, âilesinden bir kadının yalnız başına şoför vb. bir yabancıyla arabaya binmesine izin vermek ve şer’i tesettürleri olmadan dışarı çıkmalarına, gelip-geçenin onları seyretmesine razı olmaktır. Kötülüğü ve hayâsızlığı yayan dergi ve filmleri getirip, bunları eve sokmaktır.

Muhammed Salih el-Müneccid

Tüm Rasullar'ın Gönderiliş Gayesi

Tüm Rasullar'ın Gönderiliş Gayesi

  
   

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biz her ümmete 'Yalnız Allah'a ibadet edin ve taguttan sakının.' diye (tebliğ etmesi için) bir rasul gönderdik. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimine de sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün. " (Nahl: 16/36)

Bu ayette yer alan "tağut" kelimesi; haddi aşmak manasına gelen "tuğyan" sözcüğünden türemiştir.

Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle diyor:

"Tağut; şeytan demektir." (Ömer (r.a.) der ki: "Cibt; sihir ve büyü demektir. Tağut da; şeytandır." Hafız (r.h.) der ki: "Tağut şeytandır. Çünkü cahiliyenin sürdürdüğü her türlü şerri kapsar. Örneğin; putperestlik, tağutların huzurunda mahkeme olmak, onlar sayesinde zafer istemek gibi." Nitekim bunu İbni Cerir (r.h.) de rivayet etmiştir. (İbni Kesir Tefsiri)

Cabir (r.a.) da şöyle diyor:

"Tağut: Şeytanın kendilerine inip telkinde bulunduğu kahinlerdir."

Yukarıdaki her iki rivayet de İbni Ebu Hatim'den yapılmıştır.

İmam Malik (r.h.) tağutu şöyle tanımlamıştır:

"Allah'tan (c.c.) başka kendisine kulluk edilen herşey tağuttur"

Ben de derim ki:

"Bu anlatılanlar, tağutun bütününü değil, sadece bazı yönlerini içeren tanımlardır.

En iyi ve en kapsamlı tanımı Allame İbni Kayyım (r.h.) yapmıştır:

"Tağut; kulun kendisi sayesinde haddi aştığı her ma'bud, uyulan her sistem ve itaat olunan her şeydir. Her kavmin ya da toplumun tağutu; Allah (c.c.) ve Rasulü'nden başka kendisine muhakeme olunan, Allah'ın (c.c.) dışında kendisine ibadet edilip, körü körüne tabi olunan, insanları Allah'ın (c.c.) emirlerinden başka şeylere çağıran, Allah'ın kendisine itaat edilmesini yasakladığı her şeydir.İşte bunlar alemi peşinden sürükleyen tağutlardır. Tağut kapsamına giren şeyler konusunda dikkatle düşünülecek olursa halkın büyük bir çoğunluğundan Allah (c.c.) ve Rasulüne (s.a.v.) itaatten yüzçevirip tağutlara itaat ettikleri, onlara kul oldukları görülür."

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biz her ümmete 'Yalnız Allah'a ibadet edin ve tağuttan sakının.' diye (tebliğ etmesi için) bir rasul gönderdik..." (Nahl: 16/36)

Bu ayette Allah (c.c), her topluma bir rasul gönderdiğini ve onlara bir tek Allah'a (c.c.) kulluk etmelerini, başka varlıklara kulluk etmekten uzak durup, onları terk etmelerini emrettiği haber veriyor.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"... O halde kim tağutu inkar edip Allah'a inanırsa, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır..." (Bakara: 2/256)

İşte bu, "La ilahe illallah" kelimesinin manasıdır. "Urvetü'l-vuska" yani sağlam kulpdan kasıt budur.

Bütün rasuller insanları Allah'a (c.c.) ibadet etmeye çağırır, Allah'tan (c.c.) başkasına kulluk etmekten sakındırırlar. Allah (c.c.) çeşitli dönemlerde insanlara rasuller göndermiştir. Allah (c.c.) ademoğulları arasında şirkin ilk defa baş gösterdiği Nuh kavminden, son rasul olan Hz. Muhammed'e (s.a.v.) kadar her dönemde, yeryüzüne nebi ve rasuller göndermiştir. Peygamberlerin davetini doğu ve batıda insan ve cin herkes duymuş, hepsi de Rabbimizin şu ayetinde buyurduğu gerçeğe şahit olmuşlardır:

"Senden önce hiçbir rasul göndermedik ki ona, 'Benden başka ibadete layık ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin' diye vahiyetmiş olmayalım." (Enbiya: 21/25)

  
   

25 Ekim 2013 Cuma

Hamd ve Salat'ın Tefsiri

Hamd ve Salat'ın Tefsiri

  
   

Hamd Allah içindir. Muhammed'e (s.a.v.) ve ehl-i beytine salat ve selam olsun.

"El-Hamdulillah" ifadesi, tercih yapılabilen ve isteğe bağlı olan bir iyiliğe karşı, yüceltme ve saygı gayesiyle sözlü bir övgü ifade etmektedir. Bunun aslı kalbe ve dile bağlıdır. Oysa şükür böyle değildir. Şükür; dil, gönül ve organlarla olur. İfade ettiği mana ve kapsam bakımından "Hamd" dan daha genel, sebep açısından ise daha özeldir. Çünkü şükür (teşekkür) herhangi bir nimete karşılıktır. Fakat "Hamd" sebep bakımından daha genel, ifade ettiği anlam ve kapsam bakımından ise daha özeldir. Çünkü hamd, hem nimete hem de başka şeylere karşılık olarak yapılır. Bu yüzden hamd ile şükür arasında genellik ve özellik açısından ayırıcı bir nokta bulunmaktadır. Bazen, ikisi de aynı şeyde bulunabilirler, bazen de birinin varlığında diğeri bulunamaz.

"Ve Sallallahu Ala Muhammed'in ve Ala Alihi ve Sellem" ifadesi Allah'ın (c.c), kulu Muhammed'e (s.a.v.) getirdiği salatların en sahihidir.

Buhari (r.a.), Ebu'l Aliye'den (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: "Allah'ın (c.c.) kuluna salatı, onu melekler katında anması ve övmesi şeklindedir."

Nitekim İbni Kayyım'ın (r.a.) da bu gerçeği "Cilalü'l-Efham" ile "Bedaiü'l-Fevaid" adlı kitaplarında kesin bir dille açıklamıştır.

Ben de (Muhammed b. Abdulvahhab) şöyle diyorum: Buradaki salat ile, dua etmek kastedilir. Nitekim Ali'den (r.a.) merfu olarak gelen rivayet şöyledir:

"Melekler, sizden biriniz namazgahında olduğu sürece 'Allah'ım, ona mağfiret et, Allah'ım, ona merhamet et.' diye salat ederler (dua ederler7.)". (Buhari, Ezan: 30, 36. Büyü: 49. Ebu Davud, Salat: 20. Darimi, Salat: 122, Muvatta. Salat: 51, 54. Müsned: 2/312, 486, 502)

"Ve Ala Alihi" sözüne gelince; bu dinde ona uyanları ifade etmektedir. İmam Ahmed b. Hanbel (r.h.) ve bir çok sahabi böyle söylemişlerdir. Buna göre bu söz, hem sahabeyi, hem de sahabe dışındaki müminleri kapsar.

  

Allah’ın Arş’ı Üzerine İstivâ Etmesi

Allah’ın Arş’ı Üzerine İstivâ Etmesi

Dilde olgunluk ve bitmek etrafında dönüp dolaşan anlamlar veren istivâ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de üç şekilde kullanılmıştır:

1- Mutlak (yalın) olarak, yâni hiçbir eke bağlı olmayarak: “Mûsâ güçlü (yiğitlik) çağına erip istivâ edince” (Kasas, 14) ayetinde olduğu gibi.
Burada istivâ, olgunlaştı, olgunluğa kavuştu demektir. Buna göre ayetin anlamı “Mûsâ güçlü (yiğitlik) çağına erip olgunlaşınca” olmaktadır.

2- İlâ (yaklaşma eki) harf-i cerri ile kayıtlı (bağlı) olarak: Allah-u Teâlâ’nın “Sonra göğe istivâ etti” (Bakara, 29) buyruğunda olduğu gibi.
Burada istivâ, tam bir irâde ile göğe yöneldi, onu kasdetti, demektir.

3- Alâ (üzerlik zarfı) harf-i cerri ile kayıtlı (bağlı) olarak: Allah-u Teâlâ’nın “Sırtlarına istivâ etmeniz için” (Zuhruf, 13) buyruğunda olduğu gibi.
Burada istivâ, yükseklik ve istikrarı (yerleşme, karar bulma, durma) ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı “Sırtlarına binip üzerlerine yerleşebilmeniz (üzerlerinde durabilmeniz) için” olmaktadır. Allah’ın arşı üzerine istivâsı, O’nun büyüklüğüne ve yüceliğine yaraşır bir şekilde arşın üstünde olması, ona yerleşmesi demektir. Allah’ın arşı üzerine istivâ etmesi, O’nun, kitap, sünnet ve icmânın kanıtladığı fiilî sıfatlarındandır. Kitaptan Kanıt: Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “Rahmân arşa (üzerine) istivâ etti” (Tâhâ, 5)

Sünnetten kanıt: İmam Hallâl’ın “Kitâbu’s-Sünne” adlı eserinde Buhârî’nin şartına uygun sahih bir senedle Katâde b. en-Nu’mân-Radiyallâhu anh-’den rivâyet ettiği şu hadistir:

Katâde dedi ki: Rasûlullah -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle dediğini işittim: “Allah yaratmayı bitirince arşına (üzerine) istivâ etti.”  Şeyh Abdülkâdir el-Ceylânî hadiste anlatılan bu olay hakkında şöyle demiştir: “Bu, Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.”

Ehl-i Sünnet, Allah’ın arşının üstünde olduğu inancında birleşmiştir (icmâ etmiştir). Onlardan hiçbiri Allah’ın arşın üzerinde olmadığını söylememiştir. Hiç kimsenin onlardan bu anlamda, ne nass ne de zâhir olarak bir söz nakletmesi mümkün değildir. Bir adam, İmâm Mâlik’e (Allah kendisine rahmet etsin) Ey Ebâ Abdillah (Abdullah’ın babası)! “Rahmân arşa istivâ etti” ayeti hakkında: ‘Peki nasıl istivâ etti?’ diye sordu. O da bunun üzerine başını öne eğdi, ta ki kendisini ter bastı ve sonrasında şu cevabı verdi: “İstivâ bir bilinmez değildir. Fakat niteliği akıl ile bilinemez. Ona inanmak gerekli (farz) onun hakkında soru sormak ise bid’attir.

Ben senin ancak bid’atçi bir kimse olduğunu görüyorum” dedikten sonra adamın meclisten dışarıya çıkartılmasını emretti.” Buna benzer bir söz de Mâlik’in hocası Rebî’a b. Ebî Abdirrahmân’dan rivâyet edilmiştir.

• “İstivâ bir bilinmez değildir” sözü: Yâni dilde anlamı bilinmez değildir. Çünkü anlamı yükseklik ve istikrardır (yerleşme, karar bulma). • “Fakat niteliği akıl ile bilinemez” sözü: Kendi akıllarımızla Allah’ın arşına istivâsının niteliğini (nasıllığını) anlamamız mümkün değildir, demektir. Bunun yolu ancak ve ancak naklî deliller olan Kur’ân ve hadislerdir. Kur’ân ve hadislerde Allah’ın arşına istivâsının niteliğini bildiren herhangi bir bilgi geçmemektedir. Aklî ve naklî kanıtlarda bununla ilgili bir bilgi olmayınca bir bilinemez olmakta ve bu konuda konuşmamak gerekmektedir.

• “Ona inanmak gereklidir (farzdır)” sözü: Bunun anlamı da şudur: Allah’ın, kendisine yaraşır bir biçimde arşının üzerine istivâ ettiğine inanmak gerekir. Çünkü Allah kendisini böyle tanıtmıştır. Durum böyle olunca da O’nun söylediğini doğrulamak ve ona inanmak gerekmektedir.

•“Onun hakkında soru sormak ise bid’attir” sözü: Bu ise, istivânın niteliği (nasıllığı) hakkında soru sormanın bid’at olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü böyle bir soru, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbîleri zamanında bilinmemekteydi. İmam Mâlik’in istivâ hakkında söylediği bu söz, Allah’ın gerek kitabında gerekse Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in diliyle kendisi hakkında saptadığı bütün sıfatlar için genel bir ölçüdür. Buna göre bu sıfatların anlamları tarafımızdan bilinmektedir. Nitelikleri ise bizim için bir bilinemezdir. Çünkü Allah bize, bu sıfatların anlamlarını bildirmiş, niteliklerini ise bildirmemiştir.
Sonra sıfatlar hakkındaki söz, zât hakkındaki sözün bir dalıdır. Biz Allah’ın zâtını nitelendirmeden kabul ettiğimize göre sıfatlarını da aynı onun gibi nitelendirmeden kabul etmeliyiz. İlim ehlinden bazıları şöyle demiştir: Cehmî birisi sana: “Allah dünya göğüne iner, peki nasıl iner?” derse ona şöyle cevap ver: “Allah bize kendisinin indiğini bildirdi, fakat nasıl indiğini bildirmedi.” Bir başkası da şöyle demiştir: Cehmî birisi sana Allah’ın sıfatlarından herhangi birinin nasıl olduğunu sorarsa ona şöyle de: Peki Allah zâtıyla nasıldır? Tabi ki o Allah’ın zâtını niteliyemiyecektir. O zaman ona de ki: O’nun zâtını nitelendirmek mümkün olmadığı gibi O’nun sıfatlarını nitelendirmek de mümkün değildir. Çünkü sıfatlar tanımladıkları şeyin kendisine yâni zâta tâbidirler.

• Eğer biri kalkıp da: “Allah’ın arşına istivâsı, onun üzerinde, üstünde olması anlamındaysa, buna göre Allah’ın ya arştan büyük, ya ondan küçük ya da ona eşit olması gerekir ki bu Allah’ın cisim olmasını gerektirir. Oysa Allah’ın cisim olması imkansızdır” derse ona cevap olarak şunu deriz: Hiç şüphesiz Allah, arştan da, herşeyden de daha büyüktür. Fakat bu sözümüzden, kendisini tenzîh ettiği birtakım bâtıl şeylerin Allah’ta var olması gerekmez. “Allah’ın cisim olması imkansızdır” sözüne cevabımız da şudur: Cisim hakkında konuşmak ve Allah’ın cisim olup olmadığını söylemek kitap, sünnet ve selefin sözlerinde geçmeyen bid’atlerdendir. Cisim sözü, ayrıntılı açıklamaya gereksinim duyan mücmel sözlerdendir.Şöyle ki: - Eğer cisim sözü ile her parçası diğerine muhtaç birtakım parçalardan oluşmuş, sonradan var olmuş bir şey kastedilmişse, bu diri ve kayyûm olan Rabb (Allah) hakkında imkansızdır. -Yok eğer cisim sözü ile, kendi kendine kâim (var) olan ve kendisine yaraşır sıfatlarla niteli bulunan bir varlık kastedilmişse, bu Allah-u Teâlâ hakkında imkansız değildir. Çünkü Allah kendi kendine kâimdir ve kendisine yaraşır kemâl (olgun) sıfatlarla nitelidir. Fakat cisim lafzı, Allah hakkında hak ve bâtıl anlamlar taşıyabileceğinden dolayı Allah’a cisimdir veya değildir demek imkansızdır. Bid’at ehlinin Allah’ın kendisi için saptadığı olgunluk sıfatlarını reddetmek için söyledikleri gerekler (bu sıfatlara bağlı olan sonuçlar) iki türlüdür:

1- Allah’ın olgun sıfatlarına aykırı olmayan doğru gerekler (sonuçlar): Bunlar hak sıfatlar olup söylenmesi ve Allah hakkında imkansız olmadıklarının açıklanması gerekir.

2- Allah’ın olgun sıfatlarına aykırı olan bozuk gerekler (sonuçlar): Bunlar bâtıl olup reddedilmesi ve kitap ve sünnet nasları için gerekli olmadıklarının açıklanması gerekir. Çünkü hem kitap ve sünnet hak, hem de içerdikleri anlamlar haktır. Hakkın ise bâtılı gerektirmesi kesinlikle imkansızdır. Yine biri derse ki: “Allah’ın arşına istivâsını, arşın üzerinde, üstünde olmasıyla açıklarsanız, bu açıklamanız, Allah’ın kendisini üstünde taşıyacak bir tahta (arşa) muhtaç olduğu sanısını uyandırır.” Buna cevap olarak şu söylenebilir: Allah-u Teâlâ’nın büyüklüğünü, kudret, kuvvet ve zenginliğinin mükemmelliğini bilen herkes, O’nun, kendisini üstünde taşıyacak bir tahta muhtaç olduğunu aklının ucundan bile geçirmez. Nasıl geçirsin ki? Arş ve diğer bütün yaratıklar Allah’a muhtaçtırlar ve O’na zorunludurlar. Bütün bu yaratıklar O olmadan ne var olabilirler ne de ayakta durabilirler. Nitekim göğün  ve yerin O’nun emri ile ayakta durması da O’nun (varlığının ve kudretinin) kanıtlarındandır.

• Şayet “bu gereklerden (sonuçlardan) kaçmak için ta’tîlcilerin yaptıkları gibi Allah’ın arşına istivâsını, arşı istilâ etmesi şeklinde açıklamak doğru olur mu?” denilirse buna cevap olarak deriz ki: Bu birkaç bakımdan doğru değildir:

1- Eğer bu gerekler (sonuçlar) hak iseler, bunlar istivânın kendi hakîkî anlamıyla açıklanmasına engel değildirler. Yok eğer bâtıl iseler bunların, kitap ve sünnet naslarının sonuçları olmaları mümkün değildir. Bu gereklerin kitap ve sünnetin bir sonucu olduğunu sanan her kimse, o sapıktır.

2- İstivâyı, istilâ şeklinde açıklamak, savması mümkün olmayan birtakım bâtıl sonuçları zorunlu kılar: -Önce bu, selefin icmâsına (oy birliğine) aykırıdır. -Sonra bununla, Allah’ın yeryüzü ve benzeri şeylere istivâ ettiği gibi, kendisinin tenzîh edilmesi gereken şeyler söylenebilecek olmasının yanında gökleri ve yeri yarattığı zaman arşı istilâ etmemiş olmasının gerektiği de söylenebilir.

3- İstivânın, istilâ ile açıklanması Arap dilinde bilinen bir şey değildir. Böyle bir açıklama Arapça’ya iftira etmektir. Hele hele söz konusu olan Kur’ân olunca bu iftiranın boyutu daha da büyümektedir. Çünkü Kur’ân Arapların diliyle inmiştir. Öyleyse Kur’ân’ı, Arapların kendi dillerinde bilmedikleri bir şeyle açıklamamız mümkün olamaz.

4- İstivâyı, istilâ ile açıklayanlar bunun bir mecâzî anlam olduğunu kabul etmekteydiler. Oysa dilde mecâzî anlam ancak şu dört şeyin tamamlanmasından sonra kabul edilebilir:

1- Lafzı (sözü), gerçek anlamından mecâzî anlamına götürmeyi gerekli kılan doğru kanıt.

2- Lafzın dil bakımından, iddia edilen mecâzî anlamı taşıması.

3- Lafzın, o belli siyâkın (sözün cümle içindeki gelişi) içinde iddia edilen mecâzî anlamı taşıması. Kaldı ki lafzın, cümle bakımından içerebileceği anlamlardan herhangi birini taşıması, onun her siyakta olası anlamı (aynı anlamı) vermesini gerektirmez. Çünkü lafızlar ve durumlara ait karîneler (işaretler, belirtiler), cümle içindeki lafzın taşıdığı bazı anlamlara engel olabilir.
4- Kanıtın, mecâzî anlamlardan kastedilenin bizzat iddia edilen mecâzî anlamın kendisinin olduğunu açıkça ortaya koyması gereği. Çünkü başka bir anlam da kastedilmiş olabilir. Bu bakımdan kanıtın, lafız hakkında hangi mecâzî anlamı belirlediğini açıkça ortaya koyması gerekir. Allah en doğrusunu bilir.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Cin İnsan Bedenine Girebilir mi ? !

Cin İnsan Bedenine Girebilir mi ? !


Kur’an ve Sahih Sünnetten, Cinlerin Var Olduğunun Delilleri

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Zariyat 56

Cinler görülmeyen varlıklardır. Bizim, onları asıl mahiyet ve hüviyetleriyle görmemiz imkânsızdır! Bizler tarafından görülen, onların temessül etmiş şekilleridir. “Cin” kelimesinin kökünde mana olarak bir kapalılık vardır. Dolayısıyla cinler gözle görülemeyen latif yapılı varlıklardır. Bu husus, cinden ve şeytandan bahsedilen bir ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler!”
A’raf 27
Bu hakikatten dolayıdır ki cin taifesi ve şeytanlar, bizim onları göremediğimiz noktalardan bizi görürler. Hiç beklemediğimiz yerden, hiç beklemediğimiz bir anda ve hiç ihtimal vermediğimiz oyunlarla karşımıza çıkar ve zehirli oklarını bize saplarlar!
Zira şeytan, insanın içine girip her zaman onu avlamak için fırsat kollamaktadır. Ayrıca, cinlerin temessülünü de anlatan hadisiler vardır. Bunların temessül keyfiyetleri de çeşit çeşittir. Bazen bir insan, bazen de herhangi bir hayvan şeklinde görülebilirler.
Cinler de bizim gibi Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermekle mükelleftirler. Cinler ve şeytanlar insana zarar verebilirler. Ancak istediği her insana zarar veremezler. İbadetten uzak yaşayan, günahlarla çok meşgul olan insanlara, cinler şeytanlar zarar verebilirler.
Cinler ve şeytanlar, insanların günahlarıyla açtıkları menfezlerden girer ve insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu menfezler kapanmalıdır ki, onlar içeriye giremesinler ve insan da, onların şerrinden korunmuş olsun.
Eğer sen, bir kale gibi isen, bu kalenin kapıları açık olursa ezeli düşmanın elbette o kapılardan girecek ve senin vücut kaleni teslim almaya çalışacaktır. Eğer böyle bir akibete düşmek istemiyorsan, mutlaka günahlardan kaçınmalı, dikkatli bir hayat yaşamalı ve kalenin içten fethedileceğini de asla unutmamalısın.
Cinler ve şeytanlar, her çeşit günahı alet olarak kullanırlar. İçki, kumar ve fuhuş, onların sıkça kullandıkları aletlerdir. Bu günahları işleyenler, cinlerin şeytanların tuzağına düşmüş olurlar.
Abdullah ibni Mesud (Radiyallahu Anh)“Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar...” İsra Suresi 57. ayet hakkında şöyle demiştir:
“İnsanlardan bir topluluk, cinlerden bir topluluğa köle oluyorlardı. Nihayet o cinler, İslâm Dini’ne girdi, o insanlar ise cinlerin dinine tutunup kaldılar.”

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Faiz yiyenler (kabirlerinden) tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar!..”
Bakara 275, Buhari

1) Selman (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“…Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tezek veya kemikle taharetlenmekten men etti.”
Müslim 262/57, Ebu Davud 7, Nesei 41, Tirmizi 16, İbni Mace 316, Ahmed 5/415
Kemik ve tezekle taharetlenmenin yasak oluşunun sebebi kemik cinlerin, tezek de cinlerin binitlerinin yiyecek maddesi olduğu içindir, bu manada birçok hadiste gelmiştir.
Müslim 450/150, Ebu Davud 39, Begavi Şerh 180

2) Cabir bin Abdullah (Radiyallahu Anhuma)şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Yiyecek ve içecek kaplarının üzerlerini örtünüz! Su kırbalarının ağız iplerini bağlayınız! Bütün kapıları arkalarından kapayınız! Yatsı vakti sırasında çocuklarınızı dışarıda hareketten men edip eve toplayınız! Çünkü o zaman cinlerin yayılması ve bir şeyi süratle alıp kapmaları vardır. Uyku sırasında kandilleri söndürünüz! Çünkü fasıkçık; yani fare, bazen yanan fitili çeker de ev halkını yakar!’ buyurdu.”
Buhari

3) Ali bin Ebi Talib (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
“Cinin gözleri ile Âdemoğullarının avret yerleri arasındaki perde, Âdemoğullarından birinin tuvalete girdiği vakit, Bismillah demesidir!”
Tirmizi 603, İbni Mace 297

4) Hişam ibni Zuhre’nin himayesinde bulunan Ebu Saib (Rahmetullahi Aleyh) şöyle dedi:
“Bir gün Ebu Said el-Hudri (Radiyallahu Anh)’ın yanına gittim ve onu namaz kılıyor buldum. Onu beklemek üzere oturdum. Derken evin bir köşesinde hurma dalları arasında bir kıpırtı gördüm. Oraya bakınca bir yılan olduğunu gördüm. Onu öldürmek için yerimden sıçradım. Ebu Said el-Hudri (Radiyallahu Anh) oturmam için bana işaret etti. Bende yerime oturdum. Ebu Said el-Hudri (Radiyallahu Anh) namazdan çıkınca bana evinin karşısında bir eve işaret etti ve:
–Bu evi görüyor musun? diye sordu.
Ben:
–Evet, deyince Ebu Said el-Hudri (Radiyallahu Anh) şöyle devam etti:
–Bu evde, bizden yeni evli bir genç vardı. Rasulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte Hendek Harbine gittik. Genç, gün ortasında, ehline uğramak için Rasulü Ekrem(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den izin istiyordu. Bir gün yine o genç, Rasulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den izin istedi.
Rasulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)ona:
–‘Silahını yanına al! Beni Kureyza Yahudilerinin sana bir zarar vermesinden korkuyorum!’buyurdu.
Adam silahını aldı ve sonra ailesinin yanına gitti. Hanımı iki kapı arasında ayakta duruyordu. Elindeki mızrağı ile dürtmek üzere kadına eğildi. Adama kıskançlık gelmişti.
Kadın ona:
–Mızrağını geri çek! Hele eve gir, beni dışarı çıkaran şeyi bir gör! dedi. Adam içeri girdi, bir de ne görsün; yatağın üzerine büyük bir yılan! Mızrağıyla ona yöneldi ve yılana sapladı. Sonra çıkıp, mızrağı avluya dikti. Derken yılan üzerine atıldı. Bilemiyoruz, hangisi da evvel öldü; yılan mı, genç mi?
Rasulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gelip, bu durumu anlattık ve:
–Allah’a dua edin de Allah onu tekrar diriltsin! dedik.
Rasulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
–‘Arkadaşınız için Allah’a istiğfar edin! Kuşkusuz ki Medine’de Müslüman olmuş bir takım cinler vardır. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç gün mühlet verin! Eğer bundan sonra yine de görünürse onu öldürün! Çünkü o bir şeytandır!’ buyurdu.”
Müslim 2236/139, Muvatta 2/976, Ebu Davud 5257, Tirmizi

Cinin İnsan Vücuduna Girdiği Hakkındaki Hadisler

1) Ebu Said el-Hudri (Radiyallahu Anhuma)şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Sizden herhangi biri esnediği zaman eliyle ağzını kapatsın! Kuşkusuz ki şeytan (kişinin ağzına) girer!’ buyurdu.”
Müslim 2995/57, Ebu Davud 5026

2) Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Sizden biri uykusundan uyanıp abdest alırken burnuna su alıp sümkürsün! Çünkü şeytan onun genzinde geceler!’ buyurdu.”
Buhari

3) Hüseyin bin Ali (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi:
“Mü’minlerin annesi Safiyye binti Huyey(Radiyallahu Anha) bana şöyle dedi:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Ramazanın son on gününde i’tikafta iken bir gece Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanına girip onunla bir saat sohbet etmiş. Sonra evine dönmek için ayağa kalkmış. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de onu evine götürmek için kalmış. Nihayet Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha)’nın kapısının önündeki mescidin kapısına ulaştığında, Ensar’dan iki kişi oradan geçmiş ve Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e selam vermişler.
Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o iki kişiye:
–‘Yavaş olun durun! Kuşkusuz ki bu kadın (eşim) Safiyye binti Huyey’dir!’ dedi.
O iki kişi:
–Subhanallah!!! Ya Rasulallah! dediler ve bu kendilerine çok ağır geldi.
Bunu üzerine Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)o iki kişiye:
–‘Şüphesiz ki şeytan, insan vücudunda kanın ulaştığı yere ulaşır! Ben sizin gönüllerinize şeytanın bir şüphe atmasından endişe ettim!’buyurdu.”
Buhari 4/1882

4) Osman bin Ebi’l-As (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) beni, Taif’e vali tayin ettiği dönemde namazımda bana bir şey peyda olmaya başladı hatta ne kıldığımı bilemez oldum. Ben bu durumu görünce kalkıp (Taif’ten Medine’ye) Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanma gittim.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) (beni görünce):
–‘Ebu’l-As’ın oğlu?’ dedi.
Ben:
–Evet, Ya Rasulallah! dedim.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
–‘Seni (buraya) getiren sebep nedir?’ buyurdu.
Ben:
–Ya Rasulallah! Namazlarımda bana bir şey peyda oldu, öyle ki ne kıldığımı bilemiyorum! dedim.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
–‘Anlattığın şey, şeytanadır! Onu bana yaklaştır!’ buyurdu.
Bunun üzerine ben, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanına vardım ve (diz çökerek) ayaklarım üzerine oturdum. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini göğsüme vurdu, ağzımın içine tükürdü ve:
–‘Çık! Ey Allah’ın! Düşmanı’ dedi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu işi üç defa tekrarladı. Sonra (bana):
–‘(Git) işinle meşgul ol!’ buyurdu.
Ravi demiştir ki:
Sonra Osman bin Ebi’l-As (Radiyallahu Anh)şöyle dedi:
–And olsun ki, ondan sonra şeytanın bana sokulduğunu sanmam!”
İbni Mace 3548

Bütün Bid’atlerin Kötü Olduğunu Ve Onlarda Güzel Hiç Bir Şeyin Bulunmadığını Gösteren Deliller

Bütün Bid’atlerin Kötü Olduğunu Ve Onlarda Güzel Hiç Bir Şeyin
Bulunmadığını Gösteren Deliller[i]*

1. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bugün size dininizi ikmâl ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam’ı seçtim.” (Mâide, 5/3)

İbnu’l-Mâcişûn (202/818), İmâm Mâlik b. Enes’i (179/795) şöyle derken işittiğini söyler: “Kim İslam’da bir bid’at ihdâs edip onu güzel görürse o, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in risâlete (peygamberlik görevine) ihânet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. ‘Bugün size dininizi ikmâl ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam’ı seçtim.’[ii] Öyleyse o gün din (den) olmayan şey bugün de din (den) olamaz.”[iii]

Şevkânî (1250/1839) şöyle demiştir: “Allah, dinini Nebîsi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ’in ruhunu kabzetmeden önce tamamladığına göre; Allah, dinini tamamladıktan sonra bid’at ehlinin ihdâs etmiş olduğu bu görüş nedir böyle?! Eğer (ihdâs etmiş oldukları bid’at) onların inancına göre dinden ise o zaman din onların nezdinde, ancak onların görüşleri ile tamamlanmış olur ki, bunda Kur’ân-ı reddetmek vardır. Yok, eğer dinden değil ise o zaman dinden olmayan bir şeyle meşgul olmakta ne gibi bir fayda vardır?! İşte bu kahreden bir hüccet ve büyük bir delildir. Bi’d’at ehlinin bu delile herhangi bir şeyle cevap vermesi kesinlikle mümkün değildir. Öyle ise bu yüce âyeti, bid’atçilerin yüzlerine vuracağın ilk şey (delil) yap. Öyle ki bu ayetle bid’atçilerin burunlarını sürter, delillerini geçersiz kılarsın.”[iv]

2. Câbir b. Abdullah (74/693) radiyallahu anhumâ ’dan: Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: “(...) Muhakkak ki, sözlerin en hayırlısı Allah’ın Kitab’ı, yolların en hayırlısı Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en şerlisi ise sonradan uydurulanlarıdır ve her bid’at bir sapıklıktır.”[v]

3. el-‘İrbâd b. Sâriye (70 sonrası/689 sonrası) radiyallâhu anh dedi ki: “Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem bizlere öyle bir nasihat etti ki, kalblerimiz ürperdi ve gözlerimiz yaşardı. (Dayanamayıp) dedik ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Sanki bu vedâ eden birinin nasihatine benziyor. Bizlere tavsiyede bulun.’ Bunun üzerine O sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Sizlere Allah Azze ve Celle’den korkup sakınmanızı, başınıza idâreci olarak tayin edilen bir köle dahi olsa onu dinleyip ona itaat etmenizi tavsiye ediyorum. Zira sizin içinizden yaşayanlar pek çok ihtilaflar göreceklerdir. İşte bu durumda size gereken, benim sünnetim ve benden sonra gelecek olan hidâyet rehberi râşid halîfelerin sünnetidir. Onlara azı dişlerinizle iyice sarılın. Sonradan uydurulan işlerden de sakının; çünkü her bid’at bir sapıklıktır.”[vi]

İbn Receb (795/1392) şöyle demiştir: “Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in ‘her bid’at bir sapıklıktır’ sözü özlü-kapsamlı sözlerdendir. Öyle ki hiç bir bid’at onun kapsamı dışında kalmaz. O, İslam’ın temel esaslarından büyük bir esastır.”[vii]

İbn Hacer (852/1448) şöyle demiştir: “ ‘Her bid’at bir sapıklıktır’ sözü mantûku (lafzı) ve mefhûmu (ifâde ettiği anlamı) ile küllî-şer‘î bir kâidedir. Mantûku ile sanki şöyle denir: Şunun hükmü bid’attir ve her bid’at bir sapıklıktır. Buna göre o şey dinden olmaz. Çünkü dinin tamamı hidâyettir. O halde söz konusu hükmün bid’at olduğu sâbit olursa iki öncül de doğru olur ve istenileni verir.”[viii]

Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn (1421/2001) ise şöyle demiştir: “ ‘Her bid’at’ sözü küllî, genel ve kapsamlı bir sözdür. Bu sözde şumûl (kapsam) ve umûm (genellik) bakımından en kuvvetli edat olan () edatı kullanılmıştır.”[ix]

Bir başka yerde ise şöyle demiştir: “Güzel bid’at olduğu iddia edilen her şeye cevap, işte bununla bu minvâl üzere verilir. Elimizde, Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in keskin kılıcı ‘her bid’at bir sapıklıktır’ sözü bulunduğu sürece bid’at ehlinin bid’atlerinden herhangi birini güzel göstermelerine asla imkân yoktur. Bu keskin kılıç çelişki ocağında değil, nübüvvet ve risâlet ocağında yapılmıştır. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem onu bu şekilde açık ve net bir dille ifade etmiştir. Öyle ise elinde bu keskin kılıç bulunan kimsenin karşısına, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ‘her bid’at bir sapıklıktır’ demişken artık hiç kimsenin güzel dediği bir bid’at ile çıkması mümkün değildir.’’[x]-­[xi]

4. ‘Âişe radiyallâhu anhâ (58/677) şöyle demiştir: Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Kim bizim bu işimizde (dinimizde) ondan olmayan bir şey ihdâs ederse o derhal reddedilir.”[xii]

Şevkânî (1250/1839) şöyle demiştir: “Bu hadis, dinin aslî kâidelerindendir. Çünkü bu hadisin kapsamına sayılamayacak kadar çok hüküm girer. Fıkıh âlimlerinin bid’atleri kısımlara ayırıp ne akla ne de nakle dayalı bir tahsis edici olmaksızın bid’atlerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını reddetmelerine ilişkin [görüşlerini][xiii] geçersiz kılmada (bu hadis) ne kadar açık ve kesindir.”[xiv]

5. Abdullah b. ‘Ukeym’den: Ömer (23/643) radiyallâhu anh şöyle derdi: “Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah’ın sözü, yolların en güzeli Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlarıdır. Elbette sonradan uydurulup dine sokulan her şey bir bid’at ve her bid’at bir sapıklıktır; her sapıklık da ateştedir.”[xv]

6. Abdullah b. Mes‘ûd (32 veya 33/652 veya 653) radiyallâhu anh şöyle demiştir: “Tâbi olun, bid’at çıkarmayın! Muhakkak size yetecek olan (fazlasıyla) verildi; zira her bid’at bir sapıklıktır.”[xvi]

7. Abdullah b. Ömer (74/693) radiyallâhu anhumâ şöyle demiştir: “Her ne kadar insanlar (bazılarını) güzel görse de, her bid’at bir sapıklıktır.”[xvii]


Abdülkayyum es-Süheybânî’nin
“Bid’at-i Hasene Yanılgısı” Adıyla Basılan Eserinden

[i] Bu deliller hakkında daha geniş bilgi için bk. Sa‘îd b. Nâsır el-Gâmidî “Hakîkatü’l-Bid‘ati ve Ahkâmuhâ” (1/43-48,67-76).
[ii] Mâide, 5/3
[iii] Şâtıbî “el-İ’tisâm” (1/64-65, terc. 1/60). Benzeri lafız için bk. (1/494, terc. 2/24);(2/535, terc. 2/71); (2/546-547, terc. 2/82). Ay. bk. Alî Hasen “‘İlmu Usûli’l-Bida’” (s.20); Selîm el-Hilâlî “el-Bid‘atü ve Eseruhe’s-Seyyiu fi’l-Ümme” (s.29); Sa‘îd b. Nâsır el-Gâmidî “Hakîkatü’l-Bid‘ati ve Ahkâmuhâ” (1/288).
[iv] el-Kavlu’l- Müfîd fî Edilleti’l-İctihâdi ve’t-Taklîd (s. 38).
[v] (SAHİH HADİS): Hadisi bu lafızla Müslim (No: 867, Şerhu’n-Nevevî, 6/153) Câbir b. Abdullah radiyallahu anhumâ’dan rivâyet etmiştir. Hadisi ayrıca Ahmed (3/319, 371); Nesâî (3/188-189, No: 1579) ve Beyhakî “es-Sünenü’l-Kübrâ” (3/214) buna benzer bir lafızla aynı sahâbîden rivâyet etmişlerdir. Hadisin daha ayrıntılı tahrici için bk. el-Elbânî “Hutbetü’l-Hâce” (s. 27-30); “Sahîhu’t-Terğîb” (No: 50). Ay. bk. Necmi Sarı “İsim ve Sıfat Tevhidinde Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı” (s. 5-6, 1 ve 2 nolu dipnotun ikinci bölümü).
[vi] (SAHİH HADİS): Ahmed (4/126-127); Ebû Dâvûd (No: 4607); Tirmizî (No: 2676); İbn Mâce (No: 42-44); Dârimî (No: 95); İbn Ebî ‘Âsım “es-Sünne” (Zılâlu’l-Cenne, No: 31,54); Bezzâr “el-Müsned” (el-Bahru’z-Zehhâr, 10/137, No: 4201); el-Mervezî “es-Sünne” (No: 69-72); Tahâvî “Şerhu Müşkili’l-Âsâr” (No: 1185-1187); İbn Hibbân “el-Müsnedü’s-Sahîh” (el-İhsân, No: 5); Taberânî “el-Mu’cemu’l-Kebîr” (18/ No: 617-619,622-624,642), “el-Mu’cemu’l-Evsat”(No: 66), “Müsnedü’ş-Şâmiyyîn” (No: 2017); Âcurrî “eş-Şerî‘a” (s.46); Hâkim “el-Müstedrek” (1/95-97); el-Lâlekâî (No: 79-81); Ebû Nu‘aym (5/220-221); Beyhakî “es-Sünenü’l-Kübrâ” (10/114), “Menâkıbu’ş-Şâfi‘î” (1/10-11); İbn Abdilberr “Câmi‘u Beyâni’l-‘İlm ve Fadlih” (No: 2303-2305); Beğavî (No: 102) ve diğerleri ‘İrbâd b. Sâriye radiyallâhu anh’den. Hadis hakkında; Tirmizî: “Bu, hasen-sahîh bir hadistir.” el-Câmi’ (5/44), Bezzâr: “Bu, sâbit-sahîh bir hadistir.” Bk. Câmi‘u Beyâni’l-‘İlm ve Fadlih (2/1165), İbn Abdilberr: “İrbâd radiyallâhu anh’ın bu hadisi, Bezzâr’ın -ki Allah kendisine rahmet etsin- dediği gibi sâbit bir hadistir.” Câmi‘u Beyâni’l-‘İlm ve Fadlih (2/1165), Hâkim: “Sahih bir hadis olup herhangi bir illeti yoktur.” İmâm Zehebî de kendisine muvafakat etmiştir. el-Müstedrek (1/95), Ebû Nu‘aym: “Bu, Şamlıların sahîh hadislerinden ceyyid bir hadistir.” Hilyetü’l-Evliyâ’ (5/221), Beğavî: “Bu, hasen bir hadistir.” Şerhu’s-Sünne (1/205) demişlerdir. Ayrıca hadisi İbn Hibbân Sahîh’inde (bk. el-İhsân, 1/178-180) zikrederek tashih etmiş, İbn Receb de Câmi‘u’l-‘Ulûm ve’l-Hikem adlı eserinde (bk. 2/109-111) hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. el-Elbânî de muhtelif eserlerinde hadisi tashih etmiştir. Bk. Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha No: 937); İrvâu’l-Galîl (No: 2455); Sahîhu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 2549); Şerhu’l-‘Akîdeti’t-Tahâviyye Tahkiki (s. 383, 501 nolu dipnot ve s. 485, 715 nolu dipnot); Mişkâtü’l-Mesâbîh Tahkiki (No: 165); Zılâlu’l-Cenne (No: 31, 54); Sahîhu Süneni Ebî Dâvûd (No: 4607); Sahîhu Süneni’t-Tirmizî (No: 2676); Sahîhu Süneni İbn Mâce (No: 40,41); Sahîhu Mevâridi’z-Zam’ân (No: 88); Sahîhu’t-Terğîb (No: 37); Salâtü’t-Terâvîh (s.86-87).
[vii] Câmi‘u’l-‘Ulûm ve’l-Hikem (2/128, 28 nolu hadisin şerhi).
[viii] Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî (13/267-268).
[ix] el-İbdâ’ fî Kemâli’ş-Şer‘i ve Hatari’l-İbtidâ’ (s. 13).
[x] el-İbdâ’ fî Kemâli’ş-Şer‘i ve Hatari’l-İbtidâ’ (s. 14).
[xi] “Her bid’at” sözünün ifâde ettiği anlam hakkında daha geniş bilgi için bk. Alî Hasen “‘İlmu Usûli’l-Bida’” (s.92-93); Sa‘îd b. Nâsır el-Gâmidî “Hakîkatü’l-Bid‘ati ve Ahkâmuhâ” (1/282-290).
[xii] (SAHİH HADİS): Ahmed (6/240, 270); Buhârî (No: 2697); Müslim (No: 1718/17); Ebû Dâvûd (No: 4606); İbn Mâce (No: 14); Ebû Ya’lâ “el-Müsned” (No: 4594); Ebû ‘Avâne “el-Müsned” (No: 6408); İbn Hibbân “el-Müsnedü’s-Sahîh” (el-İhsân,No: 26,27); Dârekutnî “es-Sünen” (No: 4488); el-Lâlekâî (No: 190, 191); el-Kudâ‘î “Müsnedü’ş-Şihâb” (No: 359); Beyhakî “es-Sünenü’l-Kübrâ” (10/119), Ma’rifetü’s-Sünen ve’l-Âsâr (7/362-363, No: 5868); Beğavî (No: 103) ve diğerleri ‘Âişe radiyallâhu anhâ’dan. Hadisi ayrıca Ahmed (6/73); Buhârî [Fethu’l-Bârî, (4/416), (13/329) muallak olarak], “Halku Ef‘âli’l-‘İbâd” (No: 214); Müslim (No: 1718/18); Tayâlisî “el-Müsned” (No: 1422); İbn Ebî ‘Âsım “es-Sünne” (Zılâlu’l-Cenne, No: 52, 53); Ebû ‘Avâne “el-Müsned” (No: 4489-4491); Dârekutnî “es-Sünen” (No: 6407, 6409, 6410); el-Kudâ‘î “Müsnedü’ş-Şihâb” (No: 360,361) buna benzer bir lafızla yine ‘Âişe radiyallâhu anhâ’dan rivâyet etmişlerdir. Hadis sahihtir. Bk. İbn Hibbân “el-Müsnedü’s-Sahîh” (el-İhsân,1/207-209); İbn Receb “Câmi‘u’l-‘Ulûm” (1/176); İbn Hacer “Fethu’l-Bârî” (4/417); “Tağlîku’t-Ta’lîk ‘alâ Sahîhi’l-Buhârî” (3/396-398), (5/326-327). Ay.bk.el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha(1/1/153); İrvâu’l-Galîl (No: 88,276); Sahîhu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 5970, 6369, 6398); Şerhu’l-‘Akîdeti’t-Tahâviyye Tahkiki (s. 507, 779 nolu dipnot); Mişkâtü’l-Mesâbîh Tahkiki (No: 140); Zılâlu’l-Cenne (No: 52,53); Muhtasaru Sahîhi’l-Buhârî (No:1211); Muhtasaru Sahîhi Müslim Tahkiki (No: 1237); Sahîhu Süneni Ebî Dâvûd No: 4606); Sahîhu Süneni İbn Mâce (No: 14); Sahîhu’t-Terğîb (No: 49); Tamâmu’l-Minne (s. 127); Gâyetü’l-Merâm (No: 5).
[xiii] İlgili yerde köşeli parantez içindeki kelime “eylemlerini” şeklindedir.
[xiv] Neylu’l-Evtâr Şerhu’l-Münteka’l-Ahbâr (2/79).
[xv] İbn Vaddâh “el-Bida‘u ve’n-Nehyu ‘Anhâ” (thk. ‘Amr No: 59, thk. Bedr No: 56); el-Lâlekâî (No: 100). Bk. Fethu’l-Bârî (13/314).
[xvi] Dârimî (No: 205); Vekî’ b. el-Cerrâh “ez-Zühd” (No: 315); Ebû Heyseme “Kitâbu’l-‘İlm” (No: 54); Ahmed “ez-Zühd” (s. 134, No: 896, terc. 1/237, No: 894); İbn Vaddâh “el-Bida‘u ve’n-Nehyu ‘Anhâ” (thk. ‘Amr No: 18, thk. Bedr No: 14); el-Mervezî “es-Sünne” (s. 23, No: 78); Taberânî “el-Mu’cemu’l-Kebîr” (9/No: 8770); İbn Batta “el-İbâne” (No: 175, ay. bk. No: 174); el-Lâlekâî (No: 104); Beyhakî “el-Medhal ile’s-Süneni’l-Kübrâ” (No: 204); Beğavî (1/214 sened zikretmeden). Bk. İbnu’l-Kayyim “İ’lâmu’l-Muvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘Âlemîn” (4/191); Heysemî “Mecma‘u’z-Zevâid” (1/181). Ay. bk. el-Elbânî, Kitâbu’l-‘İlm Tahkiki (No: 54); Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfe (2/19).
[xvii] el-Mervezî “es-Sünne” (s. 24, No: 70); İbn Batta “el-İbâne” (No: 205); el-Lâlekâî (No: 126); Beyhakî “el-Medhal ile’s-Süneni’l-Kübrâ” (No: 191). Bk. Suyûtî “el-Emru bi’l-İttibâ’ ve’n-Nehyu ‘ani’l-İbtidâ’”(s. 64); Alî Hasen “‘İlmu Usûli’l-Bida’” (s. 92); Selîm el-Hilâlî “el-Bid‘atü ve Eseruhe’s-Seyyiu fi’l-Ümme” (s. 42).