5 Kasım 2016 Cumartesi

Allah İçin Buğz Etmenin Dereceleri!

İmam Abdulvehhab eş-Şa’rânî rahimehullah şöyle demiştir:

“Kötülüğe karşı bilfiil buğz ve adaveti ortaya koymak bazen mendup ve mustehab, bazen de farzdır. Günahkâr ve fasıklar ise çeşitli mertebelerde bulunurlar. Onlara karşı yapılacak en faziletli tavır hangisidir? Hepsine karşı aynı tavır mı takınılır?”

Bilinmesi gerekir ki, Allah’ın emrine muhalefet eden ya akidesinde muhalefet eder, ya da amelinde muhalefet eder. Akidelerde muhalefet eden ya inkârcıdır, ya da bir bid’atçıdır. Bid’atçi ise ya başkalarını bid’atine davet eden biridir, ya da aczinden veya isteyerek sükût ediyordur.

Akidesi bozukluğu genel olarak üç kısımdır:

Birincisi: Küfürdür. Şayet savaşılacak kâfirlerden ise öldürülmeyi ve esir edilmeyi hak eder. Bu sınıf için ikisinden daha hafif bir üçüncü hüküm yoktur.
Ancak zımmî (yani müslüman devlete vergi vererek yaşayan Ehl-i Kitap kâfirleri veya anlaşmalı) kâfirlerden ise ona eziyet edilmesi caiz olmadığından, ancak ondan yüz çevirmek, yolun en dar yerine sıkıştırarak selama onun başlamasına zorlamak, selam verdiği zaman da “ve aleyke” şeklinde cevapla yetinerek hakarette bulunmak gerekir.Yine onlar giyimlerinde, bineklerinde, eyerlerinde ve silahlarında müslümanlardan farklı duruma getirilir. Ata binemezler, silah taşıyamazlar, bir parmak kalınlığında zimmilere mahsus bir yün kuşak bağlarlar ve müslümanların eyerlerinden kullanamazlar.
Zimmilerin kadınları da hol ve hamamlarda müslüman kadınlarından ayrı tutulur. Kendilerine istiğfar ve dua yapılmaması için zamanında tanıtılırlar.
En uygun olanı zımmi ile bir araya gelmekten ve muamele etmekten, onlarla karşılıklı yemekten sakınmaktır. Zımmî ile neş’elenmek, dostlara yapıldığı gibi ona yakınlık ve samimiyet göstermek, harama yakın mekruhtur.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah’a ve rasulüne muhalefete kalkışan kimselere sevgi besler bulamazsın. İsterse o muhalifler babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları olsun.” (Mucadele 22)

“Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Nisa 144)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Mü’min ile müşriğin ateşleri buluşmaz (geçinemez, dost olamazlar)” buyurmuştur.

İkincisi: Bid’atine davet eden bid’atçidir. Eğer bid’ati küfrü gerektiren bir şey ise, onun durumu zımmî’nin durumundan daha ağırdır. Zira onlar (bid’at ehli) ne cizye ile durdurulur, ne de onlara zımmilik bağı ile musamaha edilir.Şayet selefimiz bizi onlardan ve mezheplerinin bâtıl fırkalarının isimlerini zikretmekten sakındırmasalardı, onları yetmiş fırkaya kadar sayardık.
Bunların hepsi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduklarını söylemelerine rağmen seleflerinin icmaı ile kâfirdirler. Onların isimlerini zikretmekten korkuyoruz. Çünkü sen onların mezheplerini tanımak ister, onların bâtıl görüşlerine aldanırsın. Zira bütün insanlar, bilmedikleri şeyleri tecessüs etme eğilimindedirler. Bunda nefsin ve şeytanın rolü vardır. En uygun olanı, ashabın ve tabiinin sükût ettikleri konuda susmaktır.

Bütün bunlar itikad etmesi küfür olan bid’atler hakkındadır.

Şayet bid’at, küfrü gerektirmeyen hususlarda ise bid’atçinin durumu, Allah ile onun arasında kalır. Şüphesiz bu küfürden daha hafiftir, ancak o kâfirden daha çok kınanır. Zira kâfirin şerri, müslümanlara sirayet edici değildir. Müslümanlar onun küfrünü bilir ve sözüne aldırış etmezler. Zaten o da müslüman olduğunu ve hak itikadı bulunduğunu iddia etmez.
Fakat bid’atine davet eden ve davet ettiği şeyin hak olduğunu söyleyen kimse, halkın sapmasına sebep olur. Onun şerri, başkalarına da sirayet eder. Böylesine karşı buğzun, düşmanlığın ve alaka kesmenin, tahkir etmenin ve bid’atini kınamanın açıkça ortaya konması ve halkın ondan uzaklaştırılması daha müstehaptır.
Eğer yalnızken selam verirse, selamını almakta sakınca yoktur. Ancak selamını almamanın ve susmanın onu bid’atine karşı soğutucu ve vazgeçirici bir etki yapacağı bilinirse cevap vermemek daha iyi olur. Zira selamın cevaplanması vacip olmakla beraber, en hafif bir sebeple selamını almayabilir. Hatta insanın hamamda olması yahut def’i hacet etmesi halinde selamı cevaplamanın farzlığı düşer. Onu bid’atinden vazgeçirmek gayesi ise daha mühimdir. Fakat insanların içinde onun selamını almamak, halkı ondan sakındırmak ve gözlerinde onun bid’atini çirkin göstermek bakımından daha hayırlıdır. Aynı şekilde onlara yardım ve ihsanda bulunmayı kesmek de böyledir. 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kim bir bid’atçiyi terslerse, Allah Teâlâ onun kalbini iman ve emniyetle doldurur. Kim bir bid’âtçiyi küçümserse Allah onu büyük korkunun olduğu gün korur. Kim de ona yumuşak davranır, ikram eder yahut onu güleryüzle karşılarsa, o Allah’ın Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gönderdiği şeyi hafife almıştır.”

Üçüncüsü: Avamdan olan ve başkasını davete gücü yetmeyen, kendisine uyulmasından da korkulmayan kimsedir. Bunun durumu daha hafiftir. Onu katı davranmak ve küçümsemek suretiyle ürkütmemeli, aksine tatlılıkla nasihatte bulunmalıdır. Zira halkın kalbi çabuk değişebilir. Şayet nasihat fayda vermiyorsa ve ondan yüz çevirilmesi de bid’atini gözünde çirkin gösterirse, ondan yüz çevirmek daha hayırlı olur.
Eğer kalbindeki düğümün katılığı ve tabiatinin sertliği dolayısıyla bunun fayda vermeyeceği bilinirse yine de münasebetleri kesmek daha iyidir. Zira bid’at, aşırı derecede kınanmazsa halkın arasında yayılır ve kötülüğü genelleşir.
İtikadında değil de, ameli ve fiiliyle âsî olana gelince, onun bu günahı ya zulüm, gazap, yalan şahitlik, gıybet, halkı tahrik, söz taşıyıcılık gibi başkalarına da zararı dokunan cinstendir yahut da zararı başkasına dokunmayacak ve kendi şahsında kalacak şekildedir. Bu da kendi arasında iki kısma ayrılır:

Birisi; başkalarını da fesada davet eden cinstendir. Mesela meyhane açarak, kadınlarla erkekleri bir araya getirip, fesat ehlini günaha ve şarap içmeye sebebiyet veren kimse gibi.

Diğeri ise, başkalarını fiiline davet etmeyen kimsedir. İçki içen veya zina eden kimse gibi. Başkasını davet etmeyen bu kimsenin günahı da ya büyük günahlardan olur, ya da küçük günahlardan olur. Bunların her birinde de ya ısrar edicidir, ya da ısrar edici değildir.
Bu taksimattan üç sınıf ortaya çıkıyor ki, bir kısmı diğerinden farklı derecelerdedir. Hepsine karşı aynı tavır alınmaz.

Birinci kısım: En şiddetlisi olup zulüm, gazap, yalan şahitlik, gıybet, söz taşıyıcılık gibi başkalarına da zararı dokunan günahlardır. Böyle günahları işleyenlerden yüz çevirmek, onlarla bir araya gelmeyi bırakmak evladır. Zira günahlar başkalarına sirayet ettikçe şiddetlenir. Sonra bunlar da şahıslarda, malda ve ırzda zulmedenler olmak üzere bölümlere ayrılır. Bazısı diğerinden daha ağırdır. Cidden böylesinden alakayı kesmek, onları küçük düşürmek önemli bir sünnettir. İşte her ne kadar onları küçük düşürmek onlar için veya başkaları için günahtan sakındırıcı olursa, durum o nispette önem kazanır.

İkinci kısım: Başkalarına fısk ve fesat sebepleri hazırlayan ve onlara bunların yollarını kolaylaştıran kimselerdir. Böyleleri her ne kadar dünya işlerinde başkalarına eziyet etmiyorsa, hatta durumu onların hoşlarına da gitse bu fiilleriyle, onların dinlerine kastediyorlardır. Böylesinin de hakkı küçük düşürülmek, tahkir olunmak ve kendisinden yüz çevirilerek alakayı kesmek ve selamını almamaktır. Özellikle onun veya başkalarının bu hareketlerle günahtan sakındırılmaları söz konusu olursa. Çünkü onun da günahı başkalarına sirayet eder. Fakat durumu birinci kısımdakilerden daha hafiftir.

Üçüncü kısım: Şarap içmek yahut bir farzı terk etmek veya şahsını ilgilendiren bir sakıncalı işi işleyip nefsinde fasık olabilir. Şayet onun dini bir vecibeyi terk edip fasık bir amel işlemesi itikadından gelen bir bozukluk sebebiyle olursa durumu kâfirin durumundan daha ağırdır. Çünkü o aynı zamanda bid’atçi ve bir inkârcıdır. Onun hükmü zikredilmişti.
Bir günahta ısrar eden, sürekli olarak işleyen veya farzı terk edenlerin tamamı ya bunu gizli küfürlerinden yahut apaçık bir ahmaklık sebebiyle yaparlar. Fakat bunlar, ölüm sekeratına gelinceye kadar asıl durumlarından habersizdirler. Çoğu kâfir olarak ölür. Allah kötü sondan korusun.

Şayet bunu itikadının bozukluğundan değil de, sadece tembellikten bir emri terk ediyor veya şehvetine yenik düştüğünden dolayı bir günah işliyorsa onun durumu kendisinden yüz çevirilmesi ve kınanması bakımından ikinci kısımdakilerin durumundan daha hafiftir. Ancak eğer günahı işlemekte olduğu zaman tesadüf edilirse dövmek suretiyle de olsa bundan men edilmesi gerekir. Zira günahtan men etmek vaciptir. Günahtan ayrıldığı zaman bunun onun âdetinden olduğu ve günaha devam edici olduğu bilinirse, onun tekrar etmesine mani olacaksa nasihat edilmesi vacip olur. Eğer nasihat fayda vermezse yine de nasihat etmek faziletlidir. Onu tatlılıkla vazgeçirmek daha doğrudur. Fakat daha faydalı görülürse zorlama da yapılır. Nasihatin fayda vermeyeceği biliniyor ve o da günahı işlemeye devam ediyorsa ondan alaka kesilir ve selamı alınmaz. Böylece bu, bir görüş ve içtihat meselesidir. Âlimlerin de takip ettikleri yol farklı olmuştur. Doğru olan, bu hususun kişinin niyetine göre değiştiğidir. Bu durumda ameller ancak niyetlerledir denilir.

Aslında yumuşaklıkta ve rahmet nazarıyla bakmakta bir nevi tevazu vardır. Sertlik ve yüz çevirmede ise sakındırma vardır. Doğru olan nefsin hevası ve arzuların gereğiyle karşılaşıldığında nefse muhalefet etmektir. Zira bazen böyle bir kimseyi küçümseyip sakındırmak kibrin, kendini beğenmenin ve üstünlüğünü ortaya koymanın bir sonucu olabilir. Bazen de başkalarına karşı hoş görünerek bir gayeye ulaşmak söz konusu olabilri. Yahut ondan uzaklaşma ve nefretin, kendisinin mal veya şöhretini etkilemesi endişesiyle bu tavrı göstermeyebilir.

Bütün bunlar şeytanî bir takım tereddütlere işarettir ve ahiret ehlinin amellerinden uzaktır. Dinî şuuru yerinde olan herkes bu incelikleri seçmek ve bu durumları kontrol etmek için nefsiyle bir cihadın içindedir. Burada fetvayı verecek olan kişinin kendi kalbidir. Bazen hevasına uyarak hata eder, bazen de isabet eder. Fakat kişi kendisini bilir. Bazen de eğri gittiği halde kendisini Allah için gayret eden biri ve ahiret yolcusu zannedebilir.Rivayet edilmiştir ki, içki içen bir ayyaş Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda defalarca had cezası uygulanmasına rağmen fiiline devam ediyordu.

Sahabeden biri dedi ki:
“Allah ona lanet etsin, kaç defa cezalandırıldığı halde içmeye devam ediyor.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kardeşine karşı şeytana yardımcı olma. Ona lanet okuma.” Yahut buna benzer bir lafız kullandı.
Bu aynı zamanda yumuşaklığın, katılık ve haşinlikten daha iyi olduğuna işarettir. Sonuç olarak bu sınıftakinin hakkı, kınanmak, küçük düşürülmek, yüz çevirilmek ve dövmekle de olsa onu sakındırmaktır. Fakat bu sınıf, öncekilerden daha hafiftir.”

(Şa’ranî, Hukuku’l-Uhuvveti Fi’l-İslam s.228 vd.)

Tercüme: Ebu Muaz


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder