Lazimul Mezheb Leyse Bi Mezheb Kaidesi
"Lazimul mezheb leyse bi mezheb" kaidesi tekfirle alakalı en önemli meselelerden bir tanesidir. Bu kaide de kısaca anlatılmak istenen şudur:
Bir sözün gerektirdiği o sözün bizzat kendisi değildir. Bu çok hassas ve önemli bir konudur. Yani bir kişinin söylediği söz küfre varıyorsa kişi bununla küfrü kastedmese bile tekfir edilir mi? Yoksa kastımı araştırılır? Ulemanın çoğunluğu lazimul mezheble kişinin tekfir edilmeyeceği görüşündedir. Bid'at ehli fırkanın bir çoğunun görüşleri Allah'ın isim ve sıfatlarını iptal manasına gelmektedir. Ancak selef bu kaide gereği bu fırkaları tekfir etmemiştir. Şimdi onlardan bu konuyla alakalı görüşlerini nakledelim:
Şatıbi, “el-İtisam” isimli kitabında şöyle der: “Âlimlerden duyduğumuza göre muhakkik usül ehlinin mezhebi şudur: ‘Lazimul mezheble meydana gelen küfür, kişinin zahiri hali ile meydana gelen küfür gibi değildir.’ Nasıl olsun ki! Kâfir bile o meali şiddetle inkâr etmekte ve kendisini bunun ile sorumlu tutan muhaliflerini reddetmektedir. Söylediğinin gerektirdiği mananın küfür olduğu kendisine açıklandığı zaman, hiçbir şekilde bu manayı kabul etmez.” (el-İtisam, 2/292)
Yine şöyle der: “Alimlerimizin kabul ettiği ve muhakkik alimlere dayandırdıkları görüş şudur: Mezhebin gerektirdiği, bizzat mezhep değildir. Bu nedenledir ki kişiye sözünün gerektirdiği mana açıklandığında kesin olarak bunu reddeder.” (el-İtisam, 2/292)
Şevkani şöyle der: “Bir şeyin gerektirdiği ile tekfir etmek, en büyük yanlışlardandır. Dinini tehlikeye atmak isteyen kişi, böyle bir yönteme başvurması halinde, kendi nefsinin cinayetini işlemiş olur.” (es-Seylu’l-Cerrar, 4/580)
Sehavi, üstadı İbn-i Hacer’in şu görüşünü nakletmektedir: “Sözü açık küfür olan veya söylediği sözün gerektirdiği mananın küfür olduğu kendisine açıklandığında, bu manayı kabul eden kişi hakkında küfür ile hükmedilir. Ancak sözünün gerektirdiği manayı kabul etmeyip reddeden kişi hakkında, sözünün gerektirdiği mana küfür de olsa, küfrüne hükmedilmez.” (es-Sehavi, Fethu’l-Muğis, 1/334)
İbn-i Hazm şöyle der: “İnsanları sözlerinin te’vili ile yani sözlerinin gerektirdiği dolaylı manalar ile tekfir etmek yanlıştır. Çünkü bu, hasıma yapılan bir iftira ve söylemediğini ona söyletmek kabilindendir. Tehlikeli bir manaya gelebilecek sözü söylemiş bile olsa çelişkili bir durum meydana gelmiş olur. Çelişkili olan ve açık olmayan şey ise küfür değildir. Aksine, kişinin bu çelişkiyi kabul etmesi kendisi açısından iyidir. Çünkü küfürden kaçmış olur. Dolayısıyla doğru olan, kişinin ancak sözünün zahiri ile ve ifade ettiği açık akidesine binaen tekfir olunacağıdır. Kötü olan akidesini sözleri ile güzelleştirmeye çalışmasının kişiye bir faydası olmaz. Ancak o kişi hakkında verilen hüküm, o sözlere binaen olur.” (el-Fasl, 3/294)
Bir sözün gerektirdiği o sözün bizzat kendisi değildir. Bu çok hassas ve önemli bir konudur. Yani bir kişinin söylediği söz küfre varıyorsa kişi bununla küfrü kastedmese bile tekfir edilir mi? Yoksa kastımı araştırılır? Ulemanın çoğunluğu lazimul mezheble kişinin tekfir edilmeyeceği görüşündedir. Bid'at ehli fırkanın bir çoğunun görüşleri Allah'ın isim ve sıfatlarını iptal manasına gelmektedir. Ancak selef bu kaide gereği bu fırkaları tekfir etmemiştir. Şimdi onlardan bu konuyla alakalı görüşlerini nakledelim:
Şatıbi, “el-İtisam” isimli kitabında şöyle der: “Âlimlerden duyduğumuza göre muhakkik usül ehlinin mezhebi şudur: ‘Lazimul mezheble meydana gelen küfür, kişinin zahiri hali ile meydana gelen küfür gibi değildir.’ Nasıl olsun ki! Kâfir bile o meali şiddetle inkâr etmekte ve kendisini bunun ile sorumlu tutan muhaliflerini reddetmektedir. Söylediğinin gerektirdiği mananın küfür olduğu kendisine açıklandığı zaman, hiçbir şekilde bu manayı kabul etmez.” (el-İtisam, 2/292)
Yine şöyle der: “Alimlerimizin kabul ettiği ve muhakkik alimlere dayandırdıkları görüş şudur: Mezhebin gerektirdiği, bizzat mezhep değildir. Bu nedenledir ki kişiye sözünün gerektirdiği mana açıklandığında kesin olarak bunu reddeder.” (el-İtisam, 2/292)
Şevkani şöyle der: “Bir şeyin gerektirdiği ile tekfir etmek, en büyük yanlışlardandır. Dinini tehlikeye atmak isteyen kişi, böyle bir yönteme başvurması halinde, kendi nefsinin cinayetini işlemiş olur.” (es-Seylu’l-Cerrar, 4/580)
Sehavi, üstadı İbn-i Hacer’in şu görüşünü nakletmektedir: “Sözü açık küfür olan veya söylediği sözün gerektirdiği mananın küfür olduğu kendisine açıklandığında, bu manayı kabul eden kişi hakkında küfür ile hükmedilir. Ancak sözünün gerektirdiği manayı kabul etmeyip reddeden kişi hakkında, sözünün gerektirdiği mana küfür de olsa, küfrüne hükmedilmez.” (es-Sehavi, Fethu’l-Muğis, 1/334)
İbn-i Hazm şöyle der: “İnsanları sözlerinin te’vili ile yani sözlerinin gerektirdiği dolaylı manalar ile tekfir etmek yanlıştır. Çünkü bu, hasıma yapılan bir iftira ve söylemediğini ona söyletmek kabilindendir. Tehlikeli bir manaya gelebilecek sözü söylemiş bile olsa çelişkili bir durum meydana gelmiş olur. Çelişkili olan ve açık olmayan şey ise küfür değildir. Aksine, kişinin bu çelişkiyi kabul etmesi kendisi açısından iyidir. Çünkü küfürden kaçmış olur. Dolayısıyla doğru olan, kişinin ancak sözünün zahiri ile ve ifade ettiği açık akidesine binaen tekfir olunacağıdır. Kötü olan akidesini sözleri ile güzelleştirmeye çalışmasının kişiye bir faydası olmaz. Ancak o kişi hakkında verilen hüküm, o sözlere binaen olur.” (el-Fasl, 3/294)
Kadı Iyad, Allahu Teala`nın bazı sıfatlarını bilmeyen kişilerin durumu konusunda alimlerin görüşlerini naklettikten sonra şöyle der: “Mükellefin dolaylı olarak (meal yolu ile) tekfir edilebileceği görüşünü benimseyenler, Allahu Teala’nın sıfatlarından birini yok sayıp, sadece o sıfatın gerektirdiği vasfı kabul ederek “Alimdir, ama ilmi yoktur. Konuşur, ama kelamı yoktur” gibi Mutezile mezhebinin söylediğine benzer sözler söyleyen kişinin kafir olacağını çünkü ilim sıfatının yok sayılmasının, alimlik vasfının da yok sayılmasını gerektirdiğini ve ancak ilmi olan kişiye alim denilebileceğini belirtirler. Dolayısıyla bu görüşü benimseyenlere göre bu kişi, sözlerinin gerektirdiği manayı da açıkça söylemiş gibidir. Müşebbihe, Kaderiyye ve diğerlerinin söyledikleri hakkında, onların yanındaki kural budur. Kişinin, sözlerinin gerektirdiği ile sorumlu tutulmayacağını söyleyenler ise, Allahu Teala’nın sıfatları hakkında yukarıda aktardığımız sözü söyleyen kişiyi tekfir etmezler. Çünkü Allahu Teala’nın sıfatları hakkında bu tür sözler söyleyenlere, sözlerinin ne tür manalara vardığı bildirildiğinde; “Biz Allahu Teala’nın alim olmadığını söylemiyoruz ve sözlerimizin gerektirdiği o manaları da kabul etmiyoruz. Aksine biz de sizin gibi, Allahu Teala’nın alim olmadığını söylemenin küfür olduğuna ve kendi usulümüze göre sözlerimizin bu tür manalara varmadığına inanıyoruz” derler. Bu iki anlayıştan dolayı kişileri tekfir etmede insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bunu anlarsak, bu konuda insanların ihtilaf etmesine yol açan şeyi de anlamış oluruz. Doğru olan ise, sözlerinin gerektirdiği ile insanları tekfir etmemek, haklarında hüsran hükmünü vermemek, kısas, miras, nikah, diyet, namazlarının kılınması, Müslüman mezarlığına defnedilmesi ve buna benzer diğer muamelelerde onları Müslüman olarak saymaktır. Ancak Allahu Teala’nın sıfatları hakkında bu tür sözler söyleyenler şiddetle te’dip edilir ve bid’atlarından dönmeleri için ağır cezalara çarptırılır." (eş-Şifa, 2/293-295)
İbn Teymiye’ye, “Mezhebin gerektirdiği, bizzat mezhep midir?” diye sorulması üzerine şöyle cevap vermiştir: “Şüphesiz kişinin mezhebinin gerektirdikleri, o kişi bunları yerine getirip kabullenmedikçe mezhep değildir. Kişi bunları inkar ve red etmiş ise, bu mezhebinin gerektirdiği bu dolaylı sonuçlar ile kendisini sorumlu tutmak yalan ve iftira olur. Söylediğinin veya yaptığının gerektirdiği dolaylı sonuç ve manaları kabul etmiyor ve uygulamıyor ise, bu kişi çelişkiye düşmüş olur. Ancak bu kişi çelişkiye düşmüş olmasına rağmen, sözlerinin gerektirdiği dolaylı sonuçlardan olan küfür ve küfür ihtimali olan şeyleri kabullenmeyebilir. Bazıları birtakım sözler söylemekte ve kendisinin bu sözlerin gerektirdiği dolaylı sonuçlara iltizam etmediğini bildiği halde, söylediği bu sözün bu sonuçlara iltizam ettiğini bilmemektedir. Mezhebin gerektirdiği, bizzat mezhep olmuş olsaydı, Allahu Teala’nın istiva veya başka sıfatları hakkında, bu sıfatların hakikat değil, mecaz olduğunu söyleyenlerin tümünün kafir olması gerekirdi. Çünkü bu sözün gerektirdiği dolaylı olan sonuç, bu sıfatlardan hiçbirinin hakikat olmamasını gerektirir. Ancak bilmekteyiz ki bu sözü söyleyenlerin çoğu, söylediklerinin gerektirdiğini bilmemekte ve hatta bazıları hakikatin, yaratılmışların hakikatlerinden başka bir şey olmadığını tevehhüm etmektedir. Bunlar hakikat ve mecaz tanımları hakkında cahildirler ve yaptıkları bu tanımlar dile ve şeriata iftira niteliğindedir.” (Mecmuul Fetava: 20/121)
İbn Teymiye başka bir yerde de şöyle der: “İnsanın söylediği sözün gerektirdiği dolaylı sonuç iki türlüdür: Birincisi; doğru olan sözün gerektirdiğidir ki kişinin buna iltizam etmesi gerekir. Çünkü doğrunun gerektirdiği de doğrudur. Açığa kavuşturulduğunda onu kabullenmekten imtina etmeyeceği halinden anlaşılıyorsa, sözünün gerektirdiğini kişiye izafe etmek caizdir.
İkincisi ise, kişinin doğru olmayan sözünün gerektirdiğidir ki böyle bir sözün gerektirdiği ile kişiyi sorumlu tutmak gerekmez. Çünkü böyle bir durumda olsa olsa kendi içinde çelişkiye düşmüş olur. Peygamberler dışında her alimin çelişkiye düşebileceği sabittir. Açığa kavuşturulduğunda kişinin onu kabullenmekten imtina etmeyeceği halinden anlaşılıyorsa, sözünün gerektirdiği kişiye izafe edilebilir. Ancak sözünün fasit olduğu kendisinde açık hale geldiğinde ona iltizam etmeyeceği belli olan kişiye, onu izafe etmek caiz olmaz. Çünkü böyle bir durumda kişi, kendisinin sorumlu tutulacağı bir sözü söylemiş olmasına rağmen, bu sözün fasit olduğundan ve gerektirdiği sonuçlardan habersizdir.
Bu açıklama insanların, mezhebin gerektirdiğinin, bizzat mezhep olup olmadığı konusundaki ihtilafıdır. Bu ihtilaf, bunlardan birisi üzerinde karar kılmalarından daha iyidir. Böylece söylediği açığa kavuşturulduktan sonra, sözünün gerektirdiği sonuçlardan razı olan kişiye bu sonuçlar izafe edilir. Ancak bu sonuçlardan razı değil ise, çelişkiye düşmüş olsa bile, bunlar o kişiye izafe edilmez.” (Mecmuul Fetava: 29/25-26)
Yine İbn Teymiyye şöyle demiştir:"Bu nedenle Cehmiyye, Hululiyye ve Allahu Teala’nın Arş’ın üzerinde olduğunu kabul etmeyenlere şunu söylüyordum: ‘Ben size, bu iddianızda muvafakat edersem kafir olurum. Çünkü söylediğinizin küfür olduğunu biliyorum. Ancak bana göre siz tekfir edilmezsiniz, çünkü cahilsiniz.” (Ahmed bin İbrahim bin İsa, bunu ondan, İbnu’l-Kayyim’in Nuniyye Kasidesi'ne yaptığı şerhinde nakleder 2/409-410)
İbni Teymiye’nin burada Hululiye ile kasdettiği kişiler Allahın arşta olduğunu inkar veya tevil edenlerdir. Çünkü Allah'ın semavatın üstünde olduğunu inkar eden herkes aslında Hululiyeden sayılır. Çünkü savunduğu bu şey onu Allahın her yerde olduğunu savunan ittihad ve hulul inancına götürecektir. Ancak şu da bir gerçektir ki bu kişilerin mezhebinin neticesi hulule varmakla beraber bunlara hulul inancı arzedildiği zaman derhal bunu reddediyorsa ona “sen hululcusun” denmez. Keza bazı kişiler vardır ki onlara Allah nerededir diye sorulduğunda hemen Allah size şahdamarından daha yakındır vb. ayetleri okurlar. Ancak onlara “sana göre Allah senin şahdamarında mı ikamet etmektedir” diye sorulduğunda bunu derhal “haşa onu kasdetmiyorum, İlmiyle beraber olmasını kasdediyorum” diyerek reddederler. Bu tarz kişilerin sözleri zahiren hululdur ancak hakikatte bunu reddederler veyahut da reddetmiş gibi görünürler.
İbn Teymiye’nin öğrencisi olan İbn Kayyim, “el-Kafiye” isimli kasidesinde şöyle der:
“Mananın gerektirdiği, onun bunları gerektirdiğini bilen için bağlayıcı olur.
Bunun dışında kişiye bunlar izafe edilemez ve bunun ona açıklanması gerekir.
Sözün gerektirdiği, kişi tarafından bilinmeyebilir veya kişi onu kesin olarak biliyor da olabilir.
Ancak unutkan ve dalgın olduğu için bu sonuçların bağlayıcılığını unutmuş olabilir.
Bu nedenle alimlerin mezhebinin gerektirdikleri, delil olmadan mezhep değildir.”
Hanefilerden Aliyyu'l Kari (Fıkhu'l-Ekber Şerhi) adlı eserinde şöyle demektedir: “Sonra bil ki, bir kimse itikat etmese de mânasını bilerek küfür kelimesini konuşursa, fakat bu kelime kendisinden zorlama olmaksızın isteği dahilinde çıkarsa bazılarınca tercih edilen görüşe göre, küfrüne hükmedilir. Çünkü iman tasdik ve ikrarın tamamına denir. Küfür kelimesini söylediği için inkâr sebebiyle ikrar da değişmiş olur. Fakat bir kelimeyi konuşup bu kelimenin küfrü gerektirdiğini bilmezse, Kadıhan Fetvası'nda bu meselede tercihsiz ihtilâf zikredilmiştir. Şöyle denilmiştir: Bir görüşe göre, bu sözü söyleyen bilmeme özrü sebebiyle kâfir olmaz. Başka bir görüşe göre ise bilmese de bu söz ile kâfir olur. Ben derim ki en doğrusu birinci görüştür. Ancak bu mesele bilinmesi zarurî olan dini bir mesele ise o zaman bilmemek sebebiyle özürlü kabul edilmez, tekfir edilir.”
Aliyyu'l Kari’nin bahsettiği mesele“lazimul mezheble tekfir”meselesidir yani kişinin kasdı o olmasa bile sözünün içeriği küfür anlamına geliyorsa tekfiri caiz midir, değil midir konusudur.
Benim bu konuda nakledeceklerim bu kadardır. Bu konu iyi anlaşıldığında tekfirle alakalı çok önemli bir kaide anlaşılmış olur.
İlim Allah'ındır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder